29 Temmuz 2011 Cuma

1 senecik daha...

 
Geçen gün,  Taksim Meydanı metrosundan çıktım, zaten hava sıcak, kalabalık, herkes yapış yapış. Ter ve kirli çamaşır kokusuna değinmek dahi istemiyorum.  Güneş tepede, havadaki nem bütün kokuları hasetmiş, genzime yapışıyor zaten, sinirlerim tepede. Trafik ışıklarında bekliyorum, arabalar geçiyor, yayalar duruyor. Neden? Çünkü araçlara yeşil yanıyor, yayaya da kırmızı. Ama ne oluyor, yaşlıca bir çift, yolun kenarına inmişler,  karşıya geçmeyi beklerler. Hatun olan kişi sürekli kendini atıyor, erkek olan kişi onu tutuyor ama hatun kişinin durmaya niyeti yok.  Umurunda değil ki dünya, kırmızı mı yanmış, yaralanma tehlikesi mi varmış, koymuş ya aklına geçecek karşıya, hayatının 30 saniyesini  harcayacak durum da yok belli ki. Onları izlerken ben gerildim, utandım da, onların umurunda değil.  İyi de beni ve onca insanı germeye ne hakkı var ki bu çiftin? Allah muhafaza bir kaza olması durumunda benim verdiğim vergilerle, gelecek olan ambulans ve sağlık hizmetini, bilinçsizliği ve duyarsızlığı nedeniyle, meşgul etmeye ne hakkı var. Haaa bu arada,  yara yara karşıya geçerlerken, bu olayın trafik polisinin hemen yanında olması, ama polisin de “be amca be teyze, ne yapıyorsun ışığı beklesene” demeyişi. Bu çiftin yaşı 60-70 desek, çocukları hatta torunları olduğunu düşünürsek.  Aynı zihniyetle hayata bakan en az 4 kişi daha var. Bölünerek de çoğaldığımız düşünülürse İstanbul sınırları içinde en 4 milyon eder.  Offff ki ne offf!
Diğerlerine ne demeli? Zevk olsun diye hayvanlara işkence edenler,  gece vakti apartman girişinde içki içip bira kutusunu yine apartman girişine bırakanlar, yerlere çöp atanlar, gezdirdikleri köpeklerinin dışkılarını toplamayanlar, duvarlara yazı yazanlar, yine duvara işiyenler, trafikteki ve yürüyen magandalar, bir özrü çok görenler, tacizciler, sadece kendilerinden farklı olduğu için insanlardan nefret edenler ve sebepsiz yere şiddet gösterenler, ufacık çocukların eline oyuncak silahları tutuşturanlar vs vs vs… 

Ben ve etrafımdaki bir avuç insanın sürekli farkındalık yaratmak adına gösterdiği yetersiz çabaya karşılık olarak hayatlarımızın göz göre göre tecavüze uğraması haksızlık değil mi? Birazcık çaba ve saygıyla burası daha rahat yaşanır bir yer olamaz mı? Sadece hoşgörülü olmak bile yeterli olabilir de her şeyin başı önce eğitim.

Ülkemizde bir insan ömrünün an az 8 senesi zorunlu eğitim ile geçiyor. Öncesi, hazırlığı, sonrası derken 20 seneye kadar uzayabiliyor.Tüm bu senelerin amacının çok daha kaliteli ve bilinçli, bilgili bir yaşama hazırlık olduğunu düşünürsek, her şey güzel. Okullar bittikten ve de her şey yerine oturduktan sonra, vatana, millete, kendine, ailesine bir hayrı dokunabiliyorsa insanin, ne mutlu ona. Ama  genellikle karşılaştığımız sonuç ne? Cevap:  büyük çoğunlukla elinde mesleği, cebinde parası olan görgüsüz, saygısız, duyarsız insanlar.

İşte bu yüzden ben diyorum ki, işi kökünden halletmek için,  zaten  minimumda 8 sene okumayı gözden çıkarmışken herkes, 1 sene daha  eklensin şu zorunlu eğitim dönemine. Ve o 1 sene boyunca sadece yaşama dair bilgiler öğretilsin. Ders başlıkları da aşağıdaki gibi olsa mesela, güzel olmaz mı?
1-      Beden ve Ağız Temizliği
2-      Kıyafet temizliği
3-      Çevre temizliği
4-      Trafik kuralları
5-      Hayvan ve doğa sevgisi
6-      İnsan sevgisi
7-      Kendine ve çevreye saygı
8-      Kadın -  erkek ilişkileri
9-      Hoşgörülü olmak
10   Tuvalet kullanma adabı
11   Cinsel yaşama dair konular, özellikle korunmak üzerine, vb gibi.

Diyeceğim şudur ki böyle geldik böyle gideceğiz diye bir şey olmak zorunda değil. Ne hödükler var çevremizde 2-3 diplomalı, ne muazzam insanlar var ki sadece ilkokul mezunu. Ne para, ne diploma, ne de statüdür insanı insan yapan. Önce sevgi ve saygı… Bunu da öğretmek, öğrenmek bu kadar zor olmamalı.

26 Temmuz 2011 Salı

Anlayamadım, neden?

Eskiden daha mı kolaydı bazı şeyler? İlişkiler, ihtiyaçlar, paylaşmalar. Teknoloji bu kadar ilerlemişken, her şeye erişim bu kadar kolayken, nasıl oluyor da yalnız olmayı beceriyoruz?

Etrafıma bakıyorum. Ne kadar farklı olsa da kadın tarafından dertler hemen hemen aynı? Anlamamalar, soru işaretleri ve sebep ise hep aynı… Bir olay oluyor, iyi ya da kötü, sonrasındaki ilk soru; Neden? Evet, neden?  Nasıl oluyor da bu kadar anlamamayı başarabiliyoruz? Sorun kadında mı erkekte mi?
Geçen gün bir e-mail aldım. Ağzım açık okuyorum, nutkum tutuldu desem yeridir. Kısa bir süre bir şeyler paylaştığım, uzaklarda oturan birinden geldi. Beraber geçirdiğimiz ilk günle ilgili uzunca bir yazı yazmış. Benim neredeyse hiç farkında olmadığım ayrıntılar, saniye saniye olanlar… Aradan geçen zaman dilimiyse neredeyse 1.000 günden fazla. Bu kadar zihninde yer etmiş olmak ve unutulmamış olmak çok güzel de e-mailini bitirirken ki notu da beni bitirdi: “hala  x ile birlikteyim”. Pardon anlayamadım, tekrarlar mısın? Neyin uyarısı bu?  Sordum mu? Neyin arzusu, nasıl bir seçim ya da nasıl bir istekle yazdın bu e-maili? Nasıl bir haddir bu? Ne istiyorsun benden, neden hayatıma bu şekilde pikelerle giriyor ve şuursuzca konuşuyorsun, neden? Neistiyorsun benden?
Sonra bir telefon alıyorum, yakın bir kız arkadaşımdan, delirmiş. Çünkü bir zamanlar bir şeyler hissettiği ama sonrasında şartlar gereği arkadaşlığa dönüşen ilişkinin diğer kahramanı  histeri krizleri geçirerek, “beni neden boşluyorsun, bana neden ilgi göstermiyorsun, nasıl beni bir kenara atıyorsun?”larla suçlamalara başlamış, FALAN! Bre adam, sen kendini ne sanıyorsun, kime nasıl, neyi şikayet edip nasıl oluyor da bu kadar üste çıkıyorsun? Nereden buluyorsun bu hakkı, bu kadar bencil olmayı nasıl beceriyorsun? Birisinin hayatına dan dun diye girebileceğini ve de onun başının tacı olabileceğini nereden çıkarıyorsun? Neden?

Kadını seçiyorsunuz, hayatınıza alıyorsunuz, sonra o kadını kadın yapan her özelliği kıskanıyor, onu bunaltıyor, yeterince ilgi alamadığınız için domuza bağlıyorsunuz. Neden? .
Bir kadını arzuluyor, onu çok istiyor, bunu o kadına hissettiriyorsunuz, sonrasında o kadınla alakası  olmayan başka bir kadını hayat arkadaşı olarak seçiyorsunuz. Neden?
Yalnızsınız, hayatta sadece yatağınızı paylaşacak kadın yerine,  konuşabileceğiniz, başınızı omzuna yaslayabileceğiniz, yanında kendiniz olabileceğiniz kadına ihtiyaç duyuyorsunuz. O kadını buluyorsunuz sonra hemen dışarıda çok daha fazla kadın var, hepsini tatmak istiyorum diyor, çekip gidiyorsunuz. Neden?
Ayakları üzerinde duran, kendi kendine yeten kadın istiyorum diyorsunuz, hayranlıkla birisine bağlanıyorsunuz, sonra o gücün altında ezilip büzülüp çekip gidiyorsunuz. Neden?
Bir kadını tavlıyorsunuz, başınızın tacı edip el üstünde tutuyorsunuz… Sonra durumdan sıkılıp, kendi yaşamlarınızın derdini ilişkinin omuzlarına atıp, yandan yandan kaçıyorsunuz. Bunu yaparken ne bir açıklama ne bir sebep gösteriyorsunuz. Sanki onca zaman yaşananlar koca bir yalanmış ya da hatırlanmaması gereken kötü bir çocukluk anısıymış gibi unutup gidiyorsunuz. Neden?
Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var.

Hayat şartları zorlaştıkça, kadınlar özgürleştikçe yalnızlık daha da mı artıyor acaba? Daha fazla görüp öğrendikçe, beklentiler daha da mı artıyor? 

En azından hayatımda biri olsun, azıyla da yetinirim dedikçe, kendi benliklerinden uzaklaşan kadınlara da sırt çeviriyoruz, neden?
Aslında hem erkeğin hem de kadının ihtiyaçları ve arzuları aynıyken nasıl bu kadar anlaşamaz duruma düşüyoruz, neden?  
 
Beni ben olduğum için seven erkek istiyorum, bana destek çıkacak biri olmalı hayatımda dedikçe, müzmin bekarlığa yelken açıyoruz, neden?

Ben demiyorum ki kadınlar anlaşılır da erkekler anlaşılmaz. De anacım bazı şeyler de bu kadar zor olmasın. Konuşulsun, koklaşılsın, gereği neyse yapılsın. Herkes bir agresif, herkes bir sinirli, olmaz ki yani.