14 Eylül 2010 Salı

55T ile Taksim'den Balat'a. Sonunda 5 mum- 5 dilek

31 Ağustos 2010, Salı

Bugün amacım Rahmi Koç Müzesi ve Miniatürk'ü gezmek idi ama müze müze dolaşmaktan sıkıldım. Bu sırada Özkan'dan süper fikirler geldi ve dedi ki 55T'ye bin, Kadir Has Üniversitesi'nden sonraki ikinci durakta in, karşıya geç ve gezmeye başla...

Çıktım Taksim'e, McDonalds'ın karşısındaki durakta 55Tyi bekliyorum. Heh ehehe,  artık benim de fotoğraf makinem var (Defne sağolsun, büyük sponsor), herşeyi çekeceğim.

10 dakika kadar bekledikten sonra otobüs geliyor. İtiraf ediyorum, bu hatta bir otobüse ilk kez bineceğim ki ben normalde otobüsü çokça kullanan birisiyim (Taksim/ Kabataş - Rumeli Hisarüstü) ama karşılaşabileceklerimden korkuyorum. Her durakta otobüs biraz daha fazla doluyor ve ben istemeyerek ağzımdan nefes almaya başladım ki bu değiştirdiğim üçüncü koltuk, belki de bu yüzden can havliyle bir durak önce iniyorum.

Onlarca kez arabayla geçtiğim yollarda yayayım, hafif uçukluyorum zira sahil kısmına ters istikamette kaldırım namına hiçbişey yok. Artık bir araba çarpması sonucu ölürsem, gezilerim uğruna şehit oldu derler mezar taşımda, "P.S. aptaldı da merhume"

İlk hedefim Kızıl Mektep nam-ı diğer Fener Rum Erkek Lisesi. Sordum birisine tabii ki, "ilerle sonra da kime sorarsan gösterir" dedi. Kadınlar ve erkekler arasındaki en belirgin farkmıymış neymiş bu, kadın kaybolursa hemen sorar, erkek kaybolursa ölse de sormaz. Niye acaba?

Başlıyorum yürümeye yolun kenarından kenarından. Sağımda hızla geçen arabalar solumda tarihin içine gömülü tamirciler, kereseteciler, ohh mis gibi ağaç kokuyor.
Örme taş duvarlar arasından fışkıran bitkiler, üzümler, aralara sıkışmış grafitiler, sidik kokuları ve sürekli üstünü değiştiren park halinde ki şoförler. Takındım yabancı turist kimliğimi duymuyorum söylenenleri, basıyorum deklanşöre, click click, foto...
Ohaaa, gerçekten bu salkım üzüm de ne, ne var bu duvarın arkasında? Bahçeyi merak ettim. Süper!

Yolun solundaki büfeye sordum yine Kızıl Mektep'i, zira uzaktan görüyorum da nasıl gideceğim hiçbir fikrim yok. Dedi adam, "dön sağa sonra ikinci sola, göreceksin".
Tam hamlemi yaparken ayaklarım beni sola çevirdi ve bir anda kendimi kurtarılmış bölgede buldum. Özel, korunaklı ve ferah bir alan. Evler düzenli, restore edilmiş ve ediliyor bazıları. Korumalar da kol geziyor, anaam burda da bir şoför gömlek değiştiriyor, kaderim buymuş bugün, göbeklerle çarpışmak, hıh!

Ehh yani, sonunda fark ettim ki Fener Rum Patrikhanesi'nin sokağındayım. Ulu ağaçlar gölgesine saklanmış,  kale duvalar arkasında Patrikhane var. O salkım salkım üzümlerin geldiği yer de belli oldu, tam yolun karşısındaki büüüyüük bahçeden.

Patrikhane'nin hemen yanında sanki oraya hiç de ait olmayan çok güzel bir bina var, merakla gidiyorum yanına, Özel Maraşlı Rum İlköğretim Okulu. Gözlerime inanamıyorum da burada kaç kişinin okuduğunu merak ediyorum aynı zamanda.

Bakıyorum ki uzaktan bir turist kafilesi Patrikhane'den içeri giriyor, ben de aralarından süzüldüm ama belli ki onlardan değilim, güvenliğe sordum gezebilir miyim "tabii" dedi, "buyrun".
Eh buyurduk bakalım da ne yapacağım, nereye gideceğim hiç bir fikrim yok. Sürekli duvar, çicek böcek resmi çekiyorum, içerde dua eden bir adamın yanına geçesim var da kapıyı bulamıyorum. Ahh ahh, bugün beceriksizim ben yine, amaaan, kendimden sıkılıyorum bazen çok. 

Bahçede iki kedi var, biri miskinlikten ölüyor, ben umrunda değilim, diğeri de beni görünce kaçıyor. İster istemez soruyorum, "eyy dünya güzelleri, siz hangi dine mensupsunuz? Benim kedilerden farkınız ne?"

Yavaş yavaş çıkıyorum oradan, hedefe doğru ilerlemeliyim: Kızıl Mektep. Nedense sevdim ben bu lafı Kızıl Mektep.

Arnavut kaldırımı yokuşu çıkıyorum, güneş de tam karşımda acımasızca terletiyor, ama durmam göreceğim. Belim hafif bükük çıkıyorum, yaşlı nineler gibi, bu nasıl bir şey 32 yaşında bu şekide yürümek de ne? Acilen yüzmeye başlamam lazım, ama önce ayağımdaki yaradan kurtulmalıyım.

Yokuşu çıkarken taşların arasından pırtlayan otlara bakıyorum, ne güzel de yollarını bulmuşlar, yine aklım gidiyor uzaklara, bu hayatta her şey yerli yerini buluyor, kim ne derse desin.

İşte koca Kızıl Mektep tam karşımda. Tabii ki kapı duvar, içeri giremiyorum ama bu ne yahu, acayip güzel bir bina. İstanbul'u kucaklamış, bir de gururla selamlıyor. İçerde neler oluyor, dışındaki yaşam ne kadar farklı önemli değil. Kendisi kendi olmuş, yıllara meydan okumuş, maşallah. İçerde gezinmek istiyorum ama giremiyorum yoksa girebiliyor muyum, üffff daraldım, ben gidiyorum...


Onlarca insan yazdı çizdi, fotoğrafını çekti bu sokakların, bunu yapmayacağım dedim ama çekmeden duramıyorum, her köşede yeni bir şeyle karşı karşıyayım. Bu insanlar burada yaşıyorsa, ben neredeyim. Aynı şehir mi diyoruz buraya, benim yaşadığım yerler güzelse, buraya ne demeli? Onlar mı gerçek, ben mi? Benim yaşadığım cam çatladıkça çatlıyor, sonum ne olacak acaba?

İndim yine sahil yoluna, ilerliyorum ikinci noktaya. Arada çok güzel yerler var, harabeler içindeki hayatlar.

Az buçuk yürüyünce Stephan (Bulgar) Kilisesi ile karşılaşıyorum.

Hikayesi çok güzel. Zamanında şehirde yaşayan Bulgar'lar Yunanca yapılan ibadetlere katılamadıklarından yönetimden izin istemişler kendi kiliselerini yapmak için. Önce izin vermeyen Osmanlı'lar onay verince Patrikhane de onay vermiş sonunda. Eh sonuçta, ibadet aynı Tanrı'ya.
İş kilisenin inşaasına kalmış ama zemin yumuşak olduğundan demir ve çelik kullanmak gerekmiş. Viyana'da tasarlanmış, gemilere yüklenmiş, Tuna Nehri üzerinden Karadeniz'e oradan da Haliç'e gelmiş.
Bugün denize günbegün daha çok kayması onun varlığını tehlikeye sokuyor ama umarım doğru bir restorasyon ve destekle eski ihtişamını ve sağlamlığını kazanacak.

Stephan (Bulgar) Kilisesi pek öyle büyük değil, nevi şahsına munhasır, içi beni yakar dışı sizi. Etrafında dolaşınca harbiden demir diyorum, sanki yalan söylecekler. Pas tutmuş, yer yer açılmış, çatlamış. Üzüldüm ama belli ki başlamışlar hastayı iyileştirmeye, tonozlar var etrafta. Acaba bu restorasyon çalışması cemaatten mi yoksa devlet de yardım edecek mi?


İçeri girince, hemen sağda mumlar var, tanesi 1 TL. Bende bozuk yok diye beş tane aldım da beş dileğim yok ki. Zaten dilek dilemek benim için tam bir karın ağrısı. Doğumgününde dilek tut, eee, iyi de ne ? Kahve falında hemen dilek tut, tamam da ne? Neyi çok fazla isteyebilirim ki, o anda herşey benim için kitleniyor.. Hah tamam "sağlık" hah ahahahha... Hiç yaratıcı değilim kabul, yaaa ayrıca 5 TL verdiğim mumlar karşılığında ne kadar çok büyük bir şey dileme hakkım var acaba?

Elimde beş mum ve kameram dolanıyoruz, hemen telefonların sesini kıstım, gerçi gerek yok, tek ben varım ama olsun. Tek ben varım diyorum da sanki etrafımda benimle yürüyen görünmezler var ama korkmuyorum, belli ki zararsız refakatçiler.

Çok hoş detaylar içerde, vitraylar, tablolar, sandalyeler, karolar.

Beş mumu da yaktım, bu sefer üç tane kendime iki tane de annem ve ağabeyime. İnanıyorum bu sefer olacak, tek başımayım herhalde duyuyordur, zat-ı muhterem.

Bir süre sandalye de oturup, burada düzenlenen sermonileri, edilen duları veya noel kutlamalarını hayal etmeye çalışıyorum. Tam karşımdaki karanlık noktada olup bitenleri. Ölümü ve doğumu, yaşama sevincini ve inanmak için bu kadar çaba göstermemizi. Herşey görünürde benden çok uzak ama içimde bir yerlerde biliyorum ki aslında beni ben yapan öz bu, insan olmak ve inanmak.


Dışarı çıkınca bir süre ufak bahçesinin bankında oturup notlarıma dalıyorum. Önümde ulaşmam gereken bir nokta daha var ama benim buradan hiç çıkasım yok. Huzurluyum burada, kendi çetrefilli, bol dikenli, yılan dilli yaşamımdan kaçmış da sığınmış gibiyim. Bahçedeki mozaik çeşme, arkamdaki kurukafalı lahitler, kilisenin bekçisi ve ben..


Ayy ayy, ayaklarım ne kadar da kirlenmiş, bu ne yaa, ayıp ayıp. Ufff, iyyyk..

Tamam artık dışarıya çıkma vakti, Pierre Loti'ye doğru gideceğim, bakalım, çok uzun zaman oldu gitmeyeli, her şey hatırladığım gibi mi?

12 Eylül 2010 Pazar

"Onlar"dan Zarar Gelmez!

08 Eylül 2010, Çarşamba

Bugün arife, evden çıktım, Zincirlikuyu Mezarlığı'na doğru. Saat 14:00 buluşma vakti. 


Hepimiz biliriz Zincirlikuyu Mezarlığı'nın girişindeki özlü sözü, "Her Canlı Ölümü Tadacaktır".
Evet doğru, hiçbirimizin sonu farklı değil, o yüzden bunun bilincine varıp sağa sola ahkam kesmeyelim.

Ölüm > Ölmek > Kaybetmek > Özlemek > Son > Başlangıç > Acı > Mutluluk


Ben kaybetmenin ne demek olduğunu gayet iyi biliyorum ve bunun ardından gelen özlem duygusunu da tanıyorum. Acı çekmek de diyebiliriz ki hayatın bir parçası.
Acı olmadan mutluluk anlaşılmazdı ya da kaybetmeyi anlamadan sahip olmanın değerini bilemezdik. Evet, ben de bir gün öleceğim, bundan korkmadığımı söylersem yalan olur ama asıl korkutan ölene kadar olan süreçte bir şey yapamamış olmak ya da dönüp geçmişe baktığımda "boşa geçmiş bunca zaman" demek.


Ölüm sadece belli bir sürecin sonu. Ölümle yaşamayı öğrenince nefes aldığım her saniyenin değerini daha iyi anlayabiliyor ve kıymetini biliyorum. Ölenle ölmenin anlamsızlığını fark edecek kadar iyi ve yakın bir örnek var hayatımda. Bu korkaklığı ve acizliği de anlayamıyorum. Buradan göçenin paçasına yapışıp sürekli çekiştirmek de ne demek? Rahat ol, rahat bırak.


Ölümü doğal karşılıyorum ve bazem çok mu duygusuzum diye düşünüyorum. Hayvan kadınn! Ama mantıklı düşününce hiçbir çözümü yok, elimden hiçbirşey gelmez. Ne yapabilirim, gören olmuş mu gidenin geri geldğini. Bu demek değil ki ağlamam, bağırmam  ya da çağırmam. Hepsini yaptım ama gittiğini, gelmeyeceğini ve benim burada bir şekilde varolmam gerektiğini kabul ediyorum. Olmuş olanı değil de olacak olana çaba sarfetmeyi seçiyorum.


Gelelim mezarlıktaki Aydın ailesinin macerasına.
Buluşma saati 14:00 iken ben 14:30'da orada olabildim. Bir kuzen de ancak 15:15 de varabildi. 45 dakikalık bekleme sürecinde annemle Zincirlikuyu Mezarlığı'nın avlusunda oturup, tatlı tatlı esen rüzgarla dedikoduya daldık. (Ağabeyim de uzakta başka kuzenle konuşmakta ama beklemekten o kadar sinirli ki biz yanaşmıyoruz o tarafa) 


Ufak bir havuz var, banklar gölgede. Çiçeklerle bezenmiş bahçe. Dışarda yoğun trafik var ama ben burada huzurluyum, korna seslerini bastıran kuş seslerinin arasında. Su sesi de hoş geliyor, utanmasam yatacağım anamın kucağını, sırtımı kaşıya kaşıya uyutsun beni. Bizim için en değerli varlıkların mezarını ziyarete gelmişim en nihayetinde ama ben bu bahçedeki her renge ayrı ayrı bakıp yaşamaktan ne kadar çok zevk aldığımı görüyorum. 
Evet evet beklenmeyen ölümler sonucu elimizde kalan bir avuç toprağı ziyaret etmeye geldik. Evet sorguladım çok, lanet ettim, haksızlığa karşı nefretimi kustum ama yaşam devam ediyor. Birileri giderken birileri geliyor. Doğa sürekli yenileniyor ve ben bunları kaçırmak istemiyorum. Yaşamayı seçiyorum. lanet okumadan, selamımı vermek istiyorum. Mezarına dokunup, "ben iyiyim babacığım merak etme" demek istiyorum


Karşımdaki Garanti Bankası'nın merkez kulesinde çalışan yüzlerce insan farklı farklı dertlerde, kafaları onlarca şeyle meşgul. Ama acaba kaç tanesi gerçekten neler olup bittiğini ya da neleri kaçırdığının farkında. Kaçamayacakları gerçek ölüm ve burada kazanılan burada kalır, o tarafa hiçbir şey götüremezsin. "Huhu, küçük insanlar olmaktan vazgeçelim, hadi artık, biraz dışarı bakın ama. En yakınınzdaki örnekler sizi kendinize getirsin"


Dışardan çiçekçi almıyorlar içeri, haksız kazanç sağlamasın namı diğer çingeneler diye. Yeni fark ettim ki içeriye de bir çiçekçi açılmış. "Bizden alın, onlardan almayın, biz kazanlaım, küçük balıklar ölsün" . Zorraki dayatma ama hala herkes dışardan alıyor çiçeği, lal alaalal...


Saat 15:15 ekip tamam, mezarlığın derinlerine doğru yola çıkmaya hazırız. Arabayı ben kullanıyorum ve annem sürekli ne yapmam gerektiğini söylerken ben de inatla kendi bildiğimi yapıyorum  ama her zaman olduğu gibi onun dediğine geliyorum ve korkunç bir karmaşanın içinde buluyorum kendimi. Geri dönüp ağabeyimi alacağım diye dört dönüyorum aynı daire içinde, imdaaattt. Söz veriyorum bir daha annemle tartışmaycağım, ne derse yapacağım !!!!


İlk durak "babam". Yeri güzel aslında ama tam çamın altı olduğu için bir türlü istediğimiz şekilde çiçekler büyümüyor. Annem sinirli duruma, dua ediyor ama aklı bakımsız mezarda, bir taraftan da söyleniyor. Ben de elime almış fotoğraf makinesini geziniyorum.
Babamın yeni komşuları var. Anlamıyorum babam öldüğünde mezar yeri aldık ve dedik ki iki tane alalım da aile mezarlığı olsun ama ne cevap verdiler " Yok, ancak tek tek alabilirsiniz, ölünce!" de peki burada ki koca koca içi boş kabristanlar ne?


Etraftaki mezarların bazısı sade, bazıları çok bakımsız, belli ki geleni gideni yok.. Üzülüyorum. Bazıları da  yıkılıyor, siyah mermerler, çakıl taşları... Aaa o da ne kalp biçimde mezar taşı, daha neler. Bu işin de ayrı bir modası var, wallahi var, takip etmek lazım.


Mezarlık, mezarlar ve ölmüş bedenler beni korkutmuyor. Daha çok mezarlıktaki su dökmek ve dua etmek için bir anda beliren karakterler ya da bir bayram günü arabaların sıkışması, daracık yollardan çıkamamak. Ama bu da buranın gerçeği yapacak bir şey yok. 


Bir de ölülerin bana ne zararı olabilir ki, dedikodu yok, çekişme yok, kavga yok, alışveriş yok, yok da yok. Tek taraflı sessizlik hakim, en iyi dinleyici o. Ayrıca benimle ne alıp veremediği olabilir ki, o çoktan aşmış benim yaşadığım saçmalıkları, sıyrılmış gitmiş bu fani dünyadan. Ben, benden ve etrafımdaki iki ayaklı anca boş laf konuşanlardan korkarım.


Babamın yanındayken kendimi huzurlu hissediyorum, sakinleşiyorum. Hatta bugün dedim ki acaba daha mı sık gelsem. Çünkü kafam aydınlanıyor, bana kaçamayacağım gerçeği net bir şekilde gösteriyor ve ben bundan mutluyum. Onunla konuşuyorum, aslında hep konuşuyorum sanki her sorunumda yol göstericimmiş gibi. Yani o benim yaşamımın bir parçası, ölü ya da diri, o benimle.


Buradan çıkıp "anneannem"e doğru yol alıyoruz da o merdivenler var ya wallahi adamı katil eder. Bir de kardeşim hiç mi standart boyutu olmaz o merdivenin, hem bacak geriyor hem nefes kesiyor, bir de sıcak mı sıcak. Hay bin kunduz, neyse küfreteyeceğim mübarek günde, bir de burada olmaz yani. Anamın koluna gireyim, nefesi kesildi bile.


Tamam, herşey tamam da bu mezarlık yönetimi ne yapıyor? Nasıl bu kadar bakımsız herşey, neden yürüyecek yol yok. Camel Trophy sanki, ne o mezarlık ziyareti yapacağız aman yürüyüş ayakkabılarımı giyeyim. Yok ya... Her yerim çizidli, ayağımı mermere arasına sıkıştırdım. Ne o vicdanımı rahatlatacağım diye kendimi yaralıyorum ohooooo.
Bir de yani eğri oturup doğru konuşalım. Kişi ölünce buralardan gidiyor, kaldı ki  biz onu alıp toprağa defnediyoruz, o yıllar sonra toprak olmak üzere son uykusuna yatıyor. Sonra ne yapıyoruz kendi vicdanlarımızı rahatlatmak, öleni yüceltmek, biraz da sağa sola hava atmak için mezarları süslüyoruz. Ama bunun parası ile yapıyoruz, bir bedeli var.  Ve tamamen kendi bencilliğimizden yaptırdığımız bu mabetlere ulaşmak en büyük hakkımızken, yönetim buna izin vermiyor.  Ne gidene ne kalana rahat var.


Anneannemle de helalleştim, dedim arada uğra bana rüyalarımda. Belki yol gösterir ben de bu çıkmazlardan kurtulurum. Kısa ama koyu muhabbete daldım, sanırım bu de benim kendimce duam, onlarla benim aramda.


Vedalasma vakti geldi. Artık herkes olağan yaşamına dönüyor. Annem Beşiktaş'a, ben ağabeyimle Levent'de bir şeyler yemeye.. (ahh ahh hiç yemeseydim keşke bütün gün midem ağzıma geldi)


Şimdi eve dönüş yolundayım, direksiyon başında. Dalmışım düşünüyorum, bir kaç gündür olanları. Aklım karşık, iş konuları, öyle mi böyle mi derken kaybolup gittim soru işaretlerinin arasında, toplanmam lazım. Ama mezarlık çıkışı kendimi iyi hissediyorum ve aniden 9 ay önceki kararımı, işi bırakma süreçlerim, hatırlıyorum.


Kendimin peşinden gideceğim. Yine öğretilmiş ve bize zorunlu tutulan (geçim derdi deniliyor sanırım) belirli koşullara bağlı kalmadan kendi düzenimde yaşamaya çalışacağım. Buna hizmet edecek iş benim için iyi olandır. Beni benden alan değil,  bana bir şey katacak iş benim için iyi olandır.
Bir anda rahatladım, o duyduğum saçma korku dağıldı gitti. Yarının ne olacağı belli değilken ben 10 sene sonrasının endişesinin içinde boğulmak istemiyorum. Anın tadını olabildiğince yaşamaktır bundan sonraki hedefim. Yürü be Dilek.


Teşekkürler babacığım , teşekkürler anneanneciğim. İyi ki varsınız (!), siz olmasaydınız kendimi bulmam biraz daha uzun sürecekti. Sanırım siz buradan göçüp giderken bana yaşamayı öğrettiniz.


En geç Kasım'da görüşürüz yine.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Doğubank İş Hanı ve Hamdi Restaurant






30 Ağustos 2010,  Pazartesi

Yorgun geçti haftasonum, eğlencesi de var, gereğinden fazla asabiyeti de..
Pazartesi günün ilk saatlerimi bilgisayarın başında, yazarak geçirdim ki artık daha planlı olmak lazım, belli oldu. Ne kadar yazarken eğlensem de bu yeni bilgiler dağ gibi birikti ve ayıklaması zor. Haftasonundan kalan son moral bozukluğumu da yazarken içimden atıyorum. Ben bu işi sevmeye başladım, uzaklaşıyorum çünkü etrafımda olan biten herşeyden, kendimle başbaşa kalıyorum ve kendimi sınıyorum. Çok eğlenceli..


Alper'den haber bekliyorum şimdi beraber Doğubank'a gideceğiz, kuzeninin yerine. Iphone'u göstereceğim. Artık pes ettim, belli ki çalışmayacak, göstermek lazım işin ustasına.
Hah Alper de aradı, hemen hazırlanıp çıkmam lazım, hoppaa.

Klasik güzergahımı izleyerek Fındıklı'ya iniyor, tramvay'a atlayıp Sirkeci'de iniyorum. Doğubank'ı her seferinde aynı dönerciye sormama ne demeli? Ondaki cevap da "hemen ilerde sağda". Bazı şeyleri öğrenmek ya da akılda tutmak nasıl bu kadar zor oluyor.


3. kata çıkıyor ve Alper'le buluşuyorum da zor oldu be.  Iphone'un belirli bölgelerine dokunamadığım için ne arayabiliyorum ne de tuşlayabiliyorum. İptidai şartlarla iletişimi geçme uğraşlarım sonucunu veriyor en sonunda ve doktorun yanına gidiyoruz.
Karar: acil ameliyat gerekli, ekranın "komple değişmesi lazım".. Ok, ne yaplım kader utansın. " Yaa bir de şu blackberry'e bakar mısın?" derken, BB'yi orada bırakıyor ve Iphone'umu alıp çıkıyorum. Iphone için ekranların gümrükten çıkmasını beklemem gerekli. Ahh yine bir bekleme durumu, bu bitecek mi bir gün?

Arada tamir için gelen müşterileri izliyorum, o kadar farklıyız ki.. Sadece ortak tek bi şey var, bozulan mobil telefonlar ve bizden hep bir adım ötede olan teknoloji. Hepsinin aynı aciliyette ve çaresilik içinde olması ise tek ortak noktamız.


Çıktık Doğu Bank'tan, Alper de ben de açız (Hahahaha süpriz oldu değil mi?). Nerede ne yiyelim diye düşünürken, tramvay'da Hamdi Restaurant'ı gördüğüm aklıma geldi, hani uzun senelerdir de gitmiyorum, kimbilir ne kadar oldu? Günün ilk yemeği için kebap seçmiş olmam ne kadar doğru olacak acaba. Alper hiç bilmiyor Hamdi'yi, emin de değil aslında, ama daha iyi seçenek bulamadık, Burger King dışında. Ben de yıkayıp yağlamaya başladım. Buraya eskiden büyük müzik gruplarını getirdiğimizi falan söylüyorum, temizdir, güzeldir diyorum

Mısır Çarşısının önünden geçip hemen solda Hamdi'ye varıyoruz.. Arada laflarken ve Alper'in daha önce buralarda hiç gezinmediğini öğreniyorum. Nasıl ya, benden de kötüleri varmış :) Tabii ki bir profesyonel olarak engin bilgilerimi onunla paylaşıyorum. Eskiden hem öğrencilik hem de ufak ufak tasarım işleri yaptığımda her günüm buralarda geçerdi. Daha çok Tahtakele civarı. Ayy, bir de şu hayvan pazarı durumu vardı yaa.. Acaba hala satıyorlar mı Mısır Çarşısı'nın yanındaki yerde? Wallahi bakamam, yüreğim bunu kaldıramaz artık.

Neyse Hamdi'ye girdik, bir an Ramazan dolayısıyla kapalı zannettim ama teras kısmını hatırladım hemen. En üst kata çıktık, asansörden indik de bizi karşlayan kimsecikler yok. Birisine soruyorum, "şefim ilgilenecek" diyor da "şef" nerede?. En ama en uyuz olduğum şey, restorantlarda, cafelerde yani yemek servisi veren yerlerde kapıda karşılanıp, oturabileceğimiz masaların gösterilmemesi. Ne o öyle dandun.. En basit esnaf lokantasında bile "hoşgeldin abi, buyur abla" denir, de koca Hamdi'de suratımıza bakan yok.

Evet, sonun da şef göründü. Alper'in gözü balkonda ama rezervasyon lazımmış, oturduk  balkondan hafifçe uzak, samimi iki kişilik masamıza, hemen yanda  da genel olarak kullanılan servis masası, boşlar ve biz, hahaha ha.
Çok açız ama ne yiyeceğiz karar veremk güç, uzun uğraşlar sonrası o fıstıklı kebap istedi ben de yoğurtlu kebap, iskender yokmuş en yakın seçim buymuş gibi geldi. Ramazan dolayısıyla döner neden çıkmıyor onu anlamıyorum. Her kebap var da neden döner yok?


Önden mezeler ve salata geldi sonra yemekler, muhabbet de güzel.




Ben bu gezmelerimi anlatıyorum, Alper bana blog sanatından bahsediyor, ne kadar çokl dikkat etmem ve yapmam gereken şey var, uffff. Geçen hafta çıktıkları tatil maceraları da cabası... Ooh, yemek fena değil, manzara da çok şık.. 




Korktuğum başıma gelmedi, midem bozulur diyordum kebaptan ama etler yağlı değil çok... Ayy neydi o Günaydın'da yaşadığımız durum.. 6 kişi aynı şekilde motoru bozar mı ya?
  
Aaa aa, Ömer Karacan ve arkadaşları çoktan kalkmışlar balkondan, biz yine turistlerle başbaşa kaldık.

Eh bizim de kalkma vaktimiz geldi, bağırsaklarım bozulmasın diye dua ede ede iniyorum merdivenlerden..
Şimdi yine bir Doğubank turumuz var, Alperler'e projeksiyon asma aparatı bulmamız gerekiyor. 


Gerisin geri Doğubank'a girdik, büütn katları dolandık, herşeyi alasım var. Aklım bu aralar fotoğraf makinesinde de gözüm pek tabii gözlüklere takılıyor, derken saatler, derken kulaklık, telefon kılıfı, çalar saat, ayy ben de projeksiyon mu alsam? Parlak olan herşeye aklım gidiyor, burası cennet, saç maşası, mikser, kamera...


Burasi eskiden daha kalabalıktı sanki, belli ki işler kesat, belki sebebi Ramazan belki de ekonomik durum. Çok da iç açıcı görünmüyor, umarım yanılıyorumdur.


Her katı turladıktan sonra bir üst kata çıkıyoruz, tabii ki merdivenle, benim o ufak asansöre binmeme imkan yok ki şükürler olsun Alper benden de huylu bu konuda.
En sonunda  4. katta Alper aradağını buluyor ve satın alma işlemine geçiyoruz ki ben nefesimi tutarak dışarı kaçıyorum. Dükkanın içi çok havasız ve rutubet kokuyor, sıcak da cabası. Alper'in de surat değişti ama ödüyor artık, az kaldı.


Kendimizi hemen dışarı atıyor ve kısa Eminönü turumuza başlıyoruz.. Olley, Alper de benimle geliyor, bakalım iki kişi keşif nasıl olacak ve neler çıkacak bu sefer karşıma..


6 Eylül 2010 Pazartesi

Aylak ve Ağır haftasonu

27- 29 Ağustos 2010,

2, 3 günlüğüne gezinmeye ara verdim diyebilirim, daha doğrusu etrafı keşfetmeye. Zira gece gezmelerimden geri kaldığımı söylemiyeceğim.

Yoğun geçen  3 günün ardından Cuma günümü Marvin ve Kayra'ya ayırdım. Onların da ilgiye ihtiyacı var, İstanbul'un olduğu kadar. Sırtlandım kedilerimi, gidiyorum Papsi Veteriner Kliniği'ne, Yasin Amcaları baksın diye. Tabii bu ilgiden çok hoşnut oldularını söyleyemeyeceğim özellikle de Kayra, onca ameliyat sonrası her seferinde tramva geciriyor, yazık  benim kara kızıma.

Cuma gecesi ise parti gecesi ve aslında çıkmasaymışım iyiymiş, çok pahalıya patlayacağını nereden bilebilirdim. Ahh ahh, bir de şu içimdeki sesi dinlemeyi bilsem.
Önce Mia Pera Otel'ın terasına, Mentha'nın partisine gidiyoruz. Doctor Disco  (a.k.a. Sarp Dakni) pikabın başında. Müzik güzel. Mekan güzel, tüm Beyoğlu ve Haliç ayaklarımın altında. O gün de dolunay ve Mars geyiğinin olduğu gece. Mars yok ama ay tam karşımızda. Biz girdiğimizde çok kalabalık değil ortam ama yine de kalıyoruz. Birer içki alalım sonra devam ederiz.
"1 tane Vodka Soda lütfen.. Ne kadar ? 25 TL mi? Kızlar aman yavaş için, çok değerli bu vodkalar"

İçkiler bitince, Flavio'ya geçiyorum. Bizim çocuklar çalıyor bu gece, Goodubets (Timuçin ve Giray). Defne, Melis ben takılmaya devam, ard arda gelen içkiler, lalallala, lal a ortam nefis derken dan!.. Beklemediğim anda beklemediğim şey.. Gerginlilk diz boyu ama durma aynen devam.. Dilek bu senin gecen, ne olursa olsun devam. Flavio biter, azıcık Lokal girer araya ve ver elini Mini Müzikhol..
Kapıda arızaya bağlıyorum, giriş parası vermeyeceğim, bana ne vermem. Yani parasında da değilim aslında sadece vermek istemiyorum, hikayesi uzun, girmeye gerek yok. Alkollü olma durumuna ise hiç girmiyorum. Nitekim giriyoruz içeri ve çıkıyoruz. Artık son vodka ile sınırı aştığımı fark ediyorum ve eve gitme vakti geldi. Zaten kalabalık ve çok iyi hissetmiyorum, yabancı geliyor bana ortam, eski sıcaklık yok ya da ben hala sinirliyim bir taraftan..."Defne, hadi gidelim noooolur ?!" 

Cumartesiye uyanıyorum, öyle pek hoş uyandığım söylenemez, hem çok karıştırılan vodka, hem de hala sinirliyim aslında.  Ama ne olursa olsun bugün büyük gün Melisimiz'in nikahı var, o da artık "eş"lilerden.
Nitekim fark ediyorum ki Cuma gecesi bana pahalıya patlamış hem yıpranan sinirler hem de çalışmayan bir Iphone. Üstüne üstlük o kadar gerginim ki herşey mi ters gider. Nikah öncesi kuaför randevusu aldım ama karıştırmışlar, saçlar kaldı mı papaz.
Telefon yüzünden komik hallerdeyim hiç kimseyi arayamıyor ya da numara bile çeviremiyorum. Herşeyi bıraktım hala sarhoşum ve nikaha gidiyorum.
Saatler geçtikçe daha çok kedime geliyor olsam da bu sefer giydiğim babetler yüzünden canım çok acıyor.. Allahım yeter bitsin bugün, daha fazla dayanamayacağım.

Selen'le buluşup, Karaköy'den Kadıköy'e vapurla geçiyoruz. Selen tüm sabrı ile son dedikoduları dinliyor, o dinlerken de benim tüm sinirim geçiyor. Seviyorum kendisini, beni böyle nötrlediği için. İniyoruz Kadıköy'e taksi alıp, evlendirme dairesine gideceğiz. Hala takside lak lak ederken panik oluyoruz ki nikah kaçacak ama tam vaktinde ordayız, hem de güzel gelinimizi öpmek için bile zaman var daha. Hahahahha Melis'in "evet"ini kaçırıyoum çünkü telefon geliyor, tühh bee ..

Hastasıyım Kadıköy Evlendirme Dairesi'nin. Canım Yaseminim de 2,5 sene önce orada evlendi Ersin'le. O zaman bile ağzım açık kalmışken modernliğine, şimdi çok daha güzel. Keşke bazı belediyeler bir gidip baksa bu iş nasıl oluyormuş diye. Düzen, nizam, hizmet herşey yerli yerinde..

Günüm Moda'da geçiyor çünkü gece Moda Deniz Kulübü'nde olacağız Melisler'le.
Moda güzel, Moda sakin. Son zamanlarda çok düşünüyorum Moda'ya taşınmayı. Hem çok yakın bir şekilde hem de çok uzak herşeye. Gerçi gittikçe daha çok popüler olup daha çok insanla karşılıyorrum ama yine de deniziyle, evleri ve sakinleriyle bizim taraflardan çok farklı. Sanki çok daha samimi.

Parti öncesi Ersin ve Yasemin'in atölyesinde zaman geçiriyorum. Yazık Ersin'e ki benim telefonu düzeltmeye çalışıyor ama nafile. Sadece iyi haber yedek bir Blackberry'im oldu ki onun da kabını değiştirince her şey güzel olacak. Bu arada bayağı uyuklama durumu hakim, bir önceki günün rehaveti çöktü, kalkmak bilmiyor. Yasemin de diğer yanda resim yapıyor, yeni bir proje merak ediyorum nasıl çıkacak diye.

Sonrasında Moda Deniz Kulübü ve partimiz, eski dostlarla yan yana.. Manzara güzel, ılık hava, çiğ düşmüş koltukara ama zararı yok.. Prada topukların üstündeyim, kendimi bu havada daha iyi hissediyorum, karanlık çöktü, gerginlik izlerim kapandı, mutluyum. Ardından evime dönüyorum, Cihangir'e. Yorgunum ama bir şeyi test ettim ki çivi çiviyi hakikaten söküyormuş. zira ne zaman vodka'ya başladım, yüzümden gülücükler eksik olmadı.

Cihangir, ahh Cihangir. Dilin olsa da anlatsan son 2 senemi, neler yaşandı, neler başladı, neler bitti.

Off bitsin Cumartesi geçsin Cuma'nın tüm negatif enerjisi.. Pazar'a yeni güne başlamak istiyorum artık.

Pazar başladı, uykumu aldım ve sakinim çokça, evdeyim bugün.. Yazmak ve okumak istiyorum. Tüm bozuk olanları da tamir etmek.  Sağolsun arkadaşlarım benim için seferber ve Pazartesi programım da böylece belli oluyor. Öncesinde Doğu Bank'a Iphone ve BB'yi götürmeye, ardından da doğru Eminönü'ne..

Haftasonumu Shantaram'ı okuyarak sonlandırıyorum. Uzun zaman sonra huzuru hissettim yine, ayak ucumda Marvin ve Kayra, Shantaram'la da Bombay kıyılarında geziniyorum.
İyi geceler İstanbul, yarın görüşeceğiz yine...

Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar

26 Ağustos 2010, Perşembe

Kısa Galata turumdan sonra yürüyerek İstanbul Modern'e geldim. Bugün Perşembe, halk günü, giriş ücreti yok. Tek hedefim geçen sefer tam gezemediğim "Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar" sergisini gezmek.  (Şimdi fark ettim serginin ismi tam olarak benim durumu anlatıyor "yeni")

Salon tamamen yurdun sanatına ait. Zaman içinde gezintiye çıkıyorum onlarla beraber, daha önce duymadığım isimler ya da hep yanıbaşımda olan birbirinden ayrı, farklı isimler 

Her dönem için ayrıntılı bir açıklama mevcut. Osmanlı'nın son zamanlarından başlayıp günümüze kadar uzanan renkli yolculuk. İyisi kötüsü, anladığım anlamadığım onlarcası.
Beğendiğim ve merak ettiğim isimleri not alıyorum ki daha çok bilmek istiyorum onlar hakkındaki herşeyi:
Hikmet Onat, Halit Paşa, Tekezade Said, Mihri Müşfik Hanım, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Kuzgun Acar, Orhan Peker, İhsan Cemal Karabucak, Ali İsmail Türemen, Aliye Berger, Şükriye Dilmen, Azade Köker


Sergi de gezerken başım dönmüyor değil, çok fazla eser var, hangisi ne? Şükürler olsun ki az çok bildiğim için zorlanmasam da adapte olmak için uğraşıyorum hani. Yaaa, yine söyleniyorum ama burası çok soğuk yahu. Şalla örtünmüş ya da pantalon giyenlere kıskanarak bakıyorum. Şu havalandırmanın bir ayarı yok mudur?

O kadar farklı insanlar var ki içerde. Şurada oturan yaşlı çifti dışarda görsem hayatta bu sergiye gireceklerin tahmin edemezdim. Ya da belinde freebag olan 50 küsür yaşındaki adam ve genç sevgilisi. Resimlerin önünde durup adamın yorumlarını dikkatle dinliyor genç sevgili.
Ne kadar çok şekilciyim, bu çok kötü bir şey, insanları dış görünüşü ile yargılamak. Çok ayıp Dilek çok...

Gayet iyi giyimli bir iş kadını da giriyor içeri, elinde de müze telefonu. Hızlıca bakıyor etrafa, ilgilendiklerini dinliyor. Sanki kredi kartını çıkarıp bir kaç tanesini alacak hemen.

Genci yaşlısı, Türk'ü yabancısı, geziniyoruz içerde. Bir o bloktan bir bu bloğa, arkasına önüne, bir ileri bir geri resimlere bakıyoruz. Keşke daha çok oturabilecek alanlar olsa, bazen yoruyor bu kadar çok gezinmek, yoruldukça da geriliyorum ya zevk alamaz duruma geliyorum. Gerçi hep gergin olduğum için yorulmama da gerek yok.

Geçmişten günümüze geldikçe, rahatlıyorum. Biraz daha fazla tanıdık, kendimden emin yürüyorum. En son bir bakıyorum ki Leyla Gediz. Resmi aydınlık ve huzur veriyor. Çok net ve ne istediğini biliyor sanki. Tam benim zıttım.  Çok gurur duydum arkadaşımla. Bir an böyle içime sokasım geldi. Ellerine ve yüreğine sağlık.

Sergi neredeyse bitmek üzere, otoportreler kısmına geliyorum. Kabul etmeliyim artık boş boş bakmaya başladım. Hafiften sıkılma durumu hakim. Derken muhtesem manzara ile karşılaşıyorum. Hemen cama bakan bir banka kendimi atıyor ve denizi izlemeye başlıyorum. Her ne kadar manzarının büyük bir kısmı 25 katlı bir gemi ile kesilmiş olsa da önemli değil. Çok hafif esen rüzgar, uzaktan geçen motorlar, bulutlar ortmüş gökyüzünü ama çirkin bulut değil, beyaz beyaz pamukçuklardan. Maviyi içlerine hapsetmemişler, aksine yüceltiyorlar.

Demin yanımda gezinen bir çift şimdi dışarda trabzanlara yaslanmış izleyip, dinliyor İstanbul'umu. Fransızlar sanırım. Gözüm hatunun beyaz pantalonunda. Çok geniş paçalı rahat bir pantalon, paçaları tatlı tatlı salınıyor rüzgarla. Şimdi düşünüyorum  ben giysem bunu, ki en sevdiğim tarz hem de beyaz, anında çamur yaparım, yerleri süpürür, beyazın ırzına geçerim.

Çok üşümüş olmama rağmen denize bakmak içimi ısıttı, hafiften rahatlık kaplıyor her yanımı.
Bir an ne kadar çabuk mutsuz olabildiğimi fark ediyorum. En ufacık bir şey bile beni hemen aşağı çekebiliyor. Hele hele son günlerde o kadar çok kendimle uğraşıyorum ki gülümsemeyi ve çevreme bakmayı unutuyorum. Çevreyi bırak önümü bile görmüyorum. Kendi kurduğum dünyama hapsolmuşum, dışarı çıkış kapısının anahtarı yok sanki. Ama bu gezmeler ve görmeler bana iyi geliyor. Dünyanın merkezi olmadığımı ve de dışımdaki her bir detayın güzelliğini fark ediyorum.
Sıkıntımın içinden sıyrılabilmem için kafamı kaldırmak yetiyor, çünkü bana iyi hissettirecek bir şeyle karşılaşıyorum, kah bir balon, kah bir çiçek ya da denizdeki küçük dalgalar.
Gerçek olan güzel, acı da verse zaman zaman, güzel. Bilebildiğin, görebildiğin, dokunabildiğin, rahat gerçek... Güzel.

Offf, hiç aşk meşk durumlarına girmek istemiyorum, ama bu Fransız çift de ne güzel öpüşüyor be.. Keyfini çıkarın...

3 Eylül 2010 Cuma

Galata Kulesi ve çevresi

26 Ağustos 2010, Perşembe

Mevlevihane'nin kapalı olmasından dolayı hevesim kırılmış bir şekilde yokuştan aşağı iniyorum, Galip Dede Caddesi. Yokuş boyunca incikçi-boncukçu, taze sıkılmış meyve sucusu... Kaldırımlarda yürüyecek yer yok, yaya da oto da yolda..

Kuledibi meydana ulaşıyorum, hedefim de dimdik ayakta beni bekliyor, Galata Kulesi. Meydanda restoranlar, cafeler, kahveler, aslında sakin bir gün belki de Ramazan olduğu için.

Kuleye çıkmadan önce bir kaç telefon etmek durumundayım, günün gelişmelerinin anlatılacağı kısacık görüşmeler. Bundan istifade oturuyorum bir köşeye, gölgedeyim, dinlenebilirim de sıkılıyorum aynı konulardan, ben sıkılıyorsam karşımdaki ne yapsın? Telefon faslından vaz geçeyim ve kuleye çıkayım ki listem devamlılık göstersin.


İçeri girdim, hafiften klostrofobik geldi bana, tamam tavan vs yüksek de hani dar biraz.
Girişte sağda resepsiyon var, bilet almak için bekliyorum. Tabii ki Müze Kart geçmiyor. 10 TL, tam tamına 10 TL. Eh ne yapalım, vereceğim.

Asansör bekliorum, yukarı çıkmak için, şimdiden geriliyorum asansore binme düşüncesinden.. Sıcak, havasız, dar bir alan ve ter kokmasının olasılığı.
Hem asansör dışında hem de içinde ekranlarda Galata Kule'sinde düzenlenen gece eğlencelerini tanıtıcı reklamlar dönüyor. Aman Allahım, bu ne zevksizlik.. Bir çekim rezalet, iki masa düzenleri. Mal mal oturan figürasyon sahnedeki dansöze öylesine bakıyor. Bir de leziz Türk mutfağı tanıtımı sadece koca bir  bardak sudan ibaret.
Asansöre binip yine aynı şeyi izleyince ben de hayallere dalıyorum. Ben olsam nasıl bir yer açarım, bu reklam filmini kimlere çektiririm falan filan, havalardayım yani, yüksek hayallerde.

Asansörden 7. katta iniyor ve  son iki katı da merdivenle çıkıyorum. 8. kat kapalı akşam restoran olarak hizmet verecek sadece. Bir tane paravanla girişi engellenmiş ama meraklıyım ya, dayanamayıp kafamı içeri sokuyorum.. Hoşlanmadım.. Ahşap ağırlıklı dekor, samimi değil, rengi pek bir kaypak.
Bir üst katta kafeterya var, o katta kulenin dışına çıkılıyor. Ufak kapıdan dışarı çıkıyorum hemen yönledirme var, sağda, sağdan gideceğim.
Hala aklım verdiğim 10 TL'de, amaan diyorum ne gerek var, her gün geçtiğin yerlere neden tepeden bakıyorum hiç, öfff ve pöff.

En sonunda dışardayım, önce derin bir nefes alıyorum, kalabalık, et ete değiyor herkes, fotoğraf çekenler çektirenler, sigara yakıp içenler ve manzaraya dalıp gidenler, yolu tıkayıp da yürümeyenler.. Ahh ah nasıl da sinir oluyorum bu duruma.

İlk manzaram, Kuledibi meydan. Daha önce fark etmediğim yeni bir binaya takılıyor gözüm. Acaba bunun terasında ne var, işletme ne olacak, parti yapılabilir mi?


Aaaa, Candaşım'ın evi de orada..Yıllarca, onun terasından gözetlediğim kuleden bu sefer onun evine doğru bakıyorum. O burada değil ama olsun, nasıl olsa gelecek.

Tüm Haliç kıyıları, Galata, Tünel ve daha da uzaklar ayağımın altında adeta. Aşağıda gezinen ufacık insanları, trafikte ilerlemeye çalışan arabaları izliyorum. Aklımsa daha çok binaların teraslarında ve orada yaşayanlarda. Binaların arasında zar zor yeşermiş ağaçların yeşilleri, teraslarda olan çiçekleri ve ufak ağaçları izliyorum. Kimler yaşıyor, ne alemler yapılıyor ya da hangi resimler yapıldı,, hangi şiirler yazıldı.
Sıcak yaz gününde terli sevişmelerin ardından hangi çift nasıl bir kavgayla ayrıldı. Tek tek bakıyorum.

Bu düşüncelerde kaybolmuşken bir anda manzara sanki daha farklı. Yıllarca çarpık kentleşme dediğim, düzensiz yerleşim yüzünden sevmediğim, burun kıvırdığım İstanbulum'a bakıyorum. Bu çarpıklığın arasında herkesin ve herşeyin aslında bir yeri olduğunu ve aslında olması gereken yerde olduğunu görüyorum.
Karmaşanın yarattığı vahşi güzellik, zamanlar arası ve farklı kültürlerin varolma savaşı. Binalar yapılmış, içlerinde yaşanmış, ölünmüş, terk edilmiş, yeni sahipleri olmuş, sevilmişler, süslenmişler, bugüne gelmişler..
Yorgun taş duvarları inatla dayanıyor, yüksek tavanları bizi taşımaya ve korumaya devam ediyor.. Akan damları her seferinde yenileniyor, yine akıyor  ama yine de seviliyor.
Uzaklara dalıyorum, yüksek tavanlı taş binaların yerini alçak tavan ve beton yığınları alıyor ama olsun hepsinin bir hikayesi var, öyle ya da böyle seviyorum.

Şu an çok sıcak, tam güneşin altındayım ve olamayacağım kadar yakınında, kısılmış gözlerle bakınırken Candaş ve Dara geliyor aklıma, seviyorum ya mutluyum, özlemişim.. Gülümsüyorum.
Çatılardaki kiremitler, teraslardaki sandalyeler, masalar, bitkiler, binaların arasında olmadık yerlerden çıkıp yaşama savaşı veren yeşilliklere bakıp derin bir nefes alıyorum.



Bir anda aşağıdan yaygın bir ses yukarı doğru yükseliyor. Sırma su kamyonun şoförü diğer şoföre bağırıyor. Amaaan be bütün büyü bozuldu, Ipod start...

Son zamanlarda yükseklik korkum olduğunu düşünüyordum ama gariptir ki buraya çıktığımdan beri hiç bir korku hissetmedim, aksine daha da yükseğe çıkabilsem keşke. Sanırım ayağımın yere sağlam basmasıyla alaklı ve o yerin sağlam olmasıyla. Aslında her şey güvenebilmekle alakalı, evet evet.
Bu kule güven veriyor,  sekiz yüzyıllık geçimişi ve duruşuyla,  Bu zaman içerinde ne yangınlar, ne fırtınalar geçirmiş, ama o hep ayakta. 

Elimde defter, çarpuk çurpuk, düşüncelerimi yazmaya çalışırken bir delikanlı yanlışlıkla koluma çarptı ve gayet nazik özür dilemek için iki kolunu da kaldırınca, rüzgar da tersten esince ekşi aromatik ter kokusu tüm genzime doldu. Ahh yine mi buldun beni, neden?

Bir anda telaş kapladı beni, daha çok gezmem gereken yer var ve ben tüm bunları yazarken bir sonrakini unutuyorum.. Elimden geldiğince not alıyorum ama nereye kadar? Elimde bir defter ve kalemle gezmek mi daha garip yoksa bir kayıt cihazıyla konuşa konuşa gezmek mi? Bir taraftan da yazımı okuyamam tehlikesini de unutmamak lazım.

360 derecemi dolduruyor ve de çıkışa doğru yürüyorum. Bu arada ne kadar hoş yakışıklı turist arkadaşlar var etrafta yahu.. Kapı baca, taş toprak bakacağım derken dünyanın nimetlerini de görmemezlikten gelemeyeceğim. Hafiften flört etmenin ne sakıncası olabilir ki sonuçta aynı yolun yolcusuyuz, İstanbul'un. Aaa iki tane daha, sanırım bunlar da İtalyan. 

Bu sefer asansörde tek başıma inme lüksüne sahibim. Yine gözum ekrandaki çirkin gece eğlencesinde. Zemin kata indim, kapı açıldı ve yine büyük bir Japon turist kafilesinin içinde buluyorum kendimi. İmdat, acilen dışarı çıkmam gerek.

Dışarı çıkınca, kuleden gördüğüm bir binayı bulmak için daha da içerlere giriyorum.
Bu dar sokaklarda her gün yeni bir dükkan, butik ya da cafe açılıyor. Eğlenceli bir yer olmuş. 15 sene önce olanla şimdinin arasındaki fark inanılmaz. Umarım çok çok daha güzel bir yer haline gelir.


Uff bu ne ya, bu koku ne ya? ayy tam arkamda.. Nasıl da işledi tüm hücrelerime, acı çöp kokusu.. nerede bu Belediye? Çöpler neden kalmış burada.. Temizlik imandan ise neden caminin tam karşısı bu şekilde.. Ahh ahh... Hemen kaçıyorum.



Benim kuleden görüp de  Neveşalom Sinagogu sandığım bina meğerse Reşat Belger Bey Göz Araştırma Hastanesi'ymiş. Güzel bir bina. Tarihi 1875'lere kadar uzanıyor. Bu zamana kadar hep hastane olarak kullanılmış, değişik alanlarda hizmet vermiş ve en sonunda göz hastalıkları dalında hizmet veren bi kurum haline gelmiş..
Binanın duvarlarının, yorgun merdivenlerinin ve bahçesindeki her taşın bu uzun senelerin izlerini taşıdığını hissedebiliyorum.


Yavaştan Galata tarafından ayrılma vakti geldi.. Kuleci Hendek Sokak'tan aşağı, Kemeraltı Caddesi'ne doğru iniyorum. Sokağa, evlere ve yeni açılan atölyelere, sanat merkezlerine, yenilenmiş binalara bakıp, nasıl da değişim içerisinde olduğumuzu fark ediyorum.
Hmm, bir satılık daire, 175 m2, hem de sahibinden... Acaba ne kadar? Akıllıca bir yatırım olabilir, numarayı alayım, merak ettim..

Hemen satılık dairenin yanındaki bir vitrin dikkatimi çekiyor ve de hoşuma gidiyor. Ama korkumu da engelleyemiyorum, burayı da istila ediyoruz, ilgimizle, bilgimizle, sanatımızla. Orada olanı çıkarıyor ve de yerleşiyoruz. Tam bir sömürge durumu sanki.. Ne zaman terk edip gideceğiz..


Ana yola indim, İstanbul Modern'e doğru ilerliyorum.
Bugün günlerden Perşembe, ücretsiz giriş günü ve ben "Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar" sergisini gezmeye gidiyorum...

 



1 Eylül 2010 Çarşamba

Culinary Institute'de buruk öğle yemeğim

26 Ağustos 2010 Perşembe,

Pera Müzesi sonrası yemek için, çalışırken sık sık gittiğim, Culinary Institute'u seçiyorum. Hem yerim hem notlarımı alırım, keyfime diyecek yok.

Alışkanlık ya üst kata doğru yöneliyorum hemen ama kapalıymış, doğru ya öğle yemeği saati çoktan geçti. Menüye bakıyorum, ne yesem acaba? Bugün kendimi şımartabilirim, hem büyük işler başardım kaç gündür. "Tavuk şinitsel, bir de limonata lütfen..."

Yemekler gelmeden önce mısır ve köy ekmeği geliyor ve zeytiyağına banarak afiyetle yemeye başlıyorum. Bu mısır ekmeği, ekmek değil de kek sanki, insanın aklını uçuruyor, yedikçe yediriyor. Hahahhaha, aklıma Banu ile peçeteye sarıp kalan ekmekleri alışımız geldi. Yine olsa yine yaparım, gocunmam, utanmam



Yaa, acaba doğru seçim mi yaptım burada yemekle? Yok yok, kalite ve tat konusunda bir şüphem yok ama birden böyle burada tek başıma oturunca garip hissettim, ne bileyim.

Buraya ya tüm ekipçe, ya sadece Banu ile ya da Candaş ile geldim şimdiye kadar. Kısaca hiç yalnız gelmedim. Şimdi tek başımayım, tüm eski ekip arkadaşlarım haldur huldur çalışıyor ve Candaş Paris'te. Hani şöyle hızla vurdu bir an diyelim. Ama hemen toparlanmalıyım,  bir amaç uğruna buradayım: hem kendimi hem de İstanbul'u keşfetmek. Ye Dilek ye, sıkma o güzel canını...

Nedense dünkü heycanım yok pek, aklım başka başka yerlerde. Coşkunun yerini bezginlik aldı bir anda. Her seferden büyük bir gururla dönmüş olmama rağmen, arada dinlenmeden, sindirmeden yeni bilgileri yüklemek, zaten kuş kadar kalmış aklımı da aldı götürdü sanki. İçimde bitirmeye çalıştığım tüm endişeler aniden nüksetti.
"Hu hu, ben burdayım ayol, nereye gideceğim sensiz, hu huuuuu.." Hani sorunları çözmeden ne kadar çok kaçarsan daha da büyüyüp gelir bulur ya seni, hah işte ondan. Kovalamaca bir süre daha sürecek belli oldu.

Ollleeey, yemeğim geldi, ufak ufak yiyorum bir yandan da Mevlihane Müzesi'ni düşünüyorum. Oraya ilk gittiğimdeki heyecanım aklıma geliyor. Sema gösterisine denk gelmiştim. Sanırım yine bir müzik grubu ile beraberdik ve ben ağzım açık izlemeye daldım gösteriyi. Ahenkle dans edişlerini görünce ve dünyaya, semaya insana duydukları aşkı hissedince, kaybolup gitmiştim ben yine.

Acaba gerçekten sevmeyi biliyor muyuz? Bize öğretilen kalıpların içinde ne kadar gerçek aşkı, sevgiyi yaşıyoruz?  Karşı cinse ya da hem cinsine, amaaan kısaca partnerimize hissettiğimiz aşk/sevgi değil demek istediğim. Herhangi bir şeye olan, köpeğe, çiçeğe, kurda, kuşa duyulabilecek aşktan , anaya, bacıya hissedilecekten, bir dosta ya da şiire.

Ben sanırım sevebilmeyi geç öğrendim. Birilerini yitirdikçe anladım paylaşmanın önemini, paylaşmaya alıştıkça özlemenin ne demek olduğunu. Sevdikçe, sevilebildiğimi. Sevildikçe yükseldiğimi..

Çok çok eskiden biriyle telefonda konuşurken "çok özledim seni" dediğinde bendeki cevap "hı hııı" olurdu. Ufff, büyük korkaklık. Şimdi ise gerçekten özleyebildiğim için söylemekten de korkmuyorum. Yeni yeni "seni seviyorum" demeye de başladım ama karşımdakinden eminsem. Bu konu hala biraz sallantıda. Güvenebilmek de büyük marifet çünkü. Hepsi aynı anda olamıyor bazen.

Yaa, çok derinlere gittim ben yine. Şu anın keyfini çıkarmak lazım. Sanırım çok şey üstüste geldi, büyük değişiklikler oldu. Sindirmek için de zaman gerek, arada yoklayacak anlaşıldı.

Yalan değil, uzun zaman içerisinde olmaktan hoşlanmadığım bir ortamdayım aslında, beni bir kaç gündür saran ve besleyen tarih yok şimdi etrafımda ve çırıl çıplak sokaktayım sanki... Yine duygusallığa bağlıyorum, kendime gelmeliyim. Uykusuzluk, yorgunluk ve PMS, tehlikeli bir kokteylmiş, dikkat.

"Hesabı alabilir miyim?" "Evet, kartla ödeyeceğim...teşekkürler"

Ödedim de bozuk para yok diye bahşiş bırakamadım, kaç Dilek kaç. Hemen Tünel'e, Mevlevihane'ye.

Arada yürürken Tepebaşı'ndaki Sağlık Ocağı'na ait binaya takılıyor gözüm. Hele ki ilk katın penceresinden görünen çaydanlık manzarası içimi burkuyor. Biraz daha özen istemek ya da göstermek bu kadar zor olmamalı..


Tünel Meydanı'ndan aşağı yürürken, Mevlihane'nin kapısının önünde uyuyan kedileri görüp hemen yanlarına gidiyorum. Az buçuk sevdikten sonra kafamı bir kaldırıyorum ki restorasyon yüzünden kapalı. Eee ne zaman açılacak peki?