22 Kasım 2010 Pazartesi

Normalmişim değilmişim, kime ne?

Bu ay başı deli gibi Susan Miller'in Kasım yorumlarını bulmaya çalıştım, evet bunu yaptım, ne var? Yani son 3 aydır yapıyorum, bu bir sorun mu?  Bir sabahın köründe de Işıl'ın duvarında hack'lenmiş Kasım ayı burç yorumlarını görünce de çok sevindim. Bir çırpıda okudum, ohh sefam olsun. Hah ahahahah her kelimeyi anlamama imkan yoktu, yanımda sözlük olmadan, ama anladığım tek şey var işlerim artık yoluna girecekmiş. Bu ay (geçen ay olduğu gibi) benim ayımmış. Burası tamam da iş gönül meselelerine gelince öyle pek iç açıcı değil anlaşılan. Gerçi benim işlerim açılmadan gönlümü pek birilerine açasım da yok, karşımdakine yazık, yazık vallahi de yazık, ondan da çok bana yazık.


Bu arada Susan sen bir yalancısın.. Ne oldu benim romantik günlerim?


Aralık geldi çattı. Ama ben 2010’un bitmesine hazır değilim zira daha yapılması gereken şeyler var. Bulmacanın eksik kalan yerlerini daha çözemedim ki.


Geçenlerde anneme kahvaltıya gittim, birisiyle beraber olup olmadığımı sordu o en tatlı sesiyle. Cevabım çok nazikti, "Hayır anneciğim!", ama ses tonum bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğimi fazlasıyla ifade edebildi. Geçen gece de telefonda şu soruyu sordu, "Eee, tatlim artık normal bir iş yapmanın vakti gelmedi mi?". Cevabım, "Şimdi bu konuyu konuşmak istemiyorum,  çok yorgunum zaten, hadi bayyyy!", "aman be, üfff annneee, yine mi?" ses tonumla.


Bir eş ve bir normal iş... Bana, bu ikiliyi, birileri açıklayabilir mi? Çünkü hissediyorum hafiften ben gerilmeye  başlıyorum ki bu iyi değil,  ben gerildikçe gerenlerdenim.  Etrafta bir sürü mutsuz kişi, Allah korusun, zincirleme facia olur.


İnan anneciğim, her iki konuda da zaten büyük endişelerim var ama şu anda beni en çok düşündüren yarın ne giyeceğim konusu. Hah ahaha, kaç Dilek kaç da nereye kadar?


4 ay öncesine kadar gayet normal bir ilişkim ve bir işim vardı.  Ama aşikar ki her ikisiyle ilgili de normal gitmeyen bir şeyler varmış ki her iki normalle de ilişiğimi kesmek durumda kaldım. Şimdi ikisi de yok ve yokluğumdan pek müzdarip değiller ve normal olarak hayatlarına devam ediyorlar. Bu durumda anlaşılan normal olmayan tek kişi/şey benim. Tamam da NORMAL ne demek? Sanırım toplumun kesinleştirdiği tabular ve kalıplar içinde kalanlar normal de, birazcık çizgiyi aşan anormal.  Ok, o halde ben ANORMAL olmaktan çooook memnunum. 


Eğri oturalım doğru konuşalım biraz da kendime haksızlık ettiremeyeceğim. İyi normal bir eş ve iyi normal bir iş için en uygun ortamdayım çünkü ikisi de yok, lla all allaaa. Bu demektir ki aslında doğru yoldayım. Tek bir sorunmuz kalıyor o da 38 gün içinde bir mucize gerçekleşir mi, yılı bitirmeden iyi eşi ve işi kapar mıyım? Ne bileyim Kızıldeniz’in yarılması da herhalde 1 yıl sürmemiştir değil mi? Tamam tamam, cıvımayı bırakıyorum da bu işin eğlenceli kısmı bu, ben ne yapayım? 


Normalleri elimin tersi ile iterken en çok koyan tarafı ise dalga dalga gelen mahalle baskısı. Yaş da aldı başını gidiyor hani.  Bakın şimdi, bayramın ilk günü annemdeyim, ilk bayramlaşma için tabii ki kapıcımız Memet Abi ve ailesi geldi. Herhalde en az on senemiz var aynı apartmanda olalı, eskiden bayramlarda saat 09:00 gibi kapıyı çalarlardı, tabii biz maaile henüz pijama ve muhtemelen kahvalatı sofrasında olduğumuz için son iki senedir saat 11:00 gibi geliyorlar. Kahvaltı bitmiş oluyor da hala pijama konumundan çıkamadık.  Neyse konudan uzaklaşmayalım, bayram tebrikleri ve nasılsınızlardan sonra (sanki hergün görüşmüyorlarmış gibi)  Naime Abla “Dileeeeeyk, senin de mürüvetini bir göremedik !!!!” dedi. Bu gibi yorumlara klasikleşmiş cevabım “Acelem yok canım, hayırlı olacak ise olsun yoksa olmasın daha iyi”. Herkes hak verdi de konu kapanamadı bu sefer. Sabaha annemle küs başladığımız için bir anda çocuk muhabbetine girildi, çocuğun ne zor bir iş olduğuna, nelerden feragat edildiğine vs vs vs derken Naime Abla yine koydu lafi “Olur mu abla çocuksuz, tabi ki yapacak!!!!” Aman be aman ! Anne ve akraba baskısını az buçuk krizlerle atlatıyorum da dışardan saldırı gelince pek de savunamıyorum kendimi çünkü sesimi yükseltemiyorum. Anlaşıldığı üzere bu tip tartışmalar, aile içinde konuşulduğunda, benim cinnet geçirip bağırmamla sonlanıyor. Kaçınılmaz zafer!


Yahu adam var da ben mi almıyorum. Çok mu kolay öyle koynuma alacağım, dünyamı açacağım, güveneceğim eşi bulmak, bulunca da anlamak. İşte bu nokta en önemlisi o kadar güvensiz hale geliniyor ki karşımıza çıkanı bile anlayamıyoruz, vah vah demek kalıyor sadece gidenin ardından. Bence herkes bir gün homoseksüel olacak. Karşı cinsle bu adar anlaşamıyorsak tek care hemcinsine yönelmek olacak. Ki erkeklere daha çok hak veririm vallahi, kadınlar zor be anacığım çok zor. Daha biz bilmiyoruz ne istediğimizi, onlar  nasıl bilsin?


Aman aman bir de sosyal hayatın verdiği ızdırap.  Hiç baktınız mı etrafınıza ne kadar çok yalnız kadın var, cafélerde, barlarda, sokakta… Erkeklerin işi bu noktada daha rahat, bizse sürekli rekabet içindeyiz.  Yani beyler, bir saniye, demek istemiyorum ki sizin hiç derdiniz yok, başarısız ilişkilerden ağzınız hiç yanmamış, sizin kalbiniz hiç kırılmamış ama hadi ama doğrusu bu, etrafta yüzlerce alımlı, güzel, akıllı, bekar ve bekleyen kadın var, yani şansınız çok yüksek. Ha gayret, sadece bir adım atmanızı bekliyorlar.


Yalnız kadın olmak gerçekten zor zanaat. Evlenmiş arkadaşların arasında tek bekar kalan (rahmetli anneanem kalık derdi), nereye gitseniz genelde üçüncü kişi olmak, gece eğlencesinde "ne olur bi kere"lere maruz kalmalar, işte sürekli davetkar taciz dolu bakışlar. Halbuki evli olsak, hele de bir çocuğumuz varsa bizden itibarlısı yok. Yalnız kadın her zaman bir tehdit oluşturuyor, düzen bozan ahlaksız şey. Biraz da güzel ve akılllıysan eyvah eyvah, gardını al, geliyor dedikodu okları, imdat!


Yazmakla bitmeyecek, örnekler pek sevimli değil de benim bir seçimim var. Ne istediğimi bulana kadar ben bir eş ya da bir iş peşinde koşamayacağım (gerçi peşimde olanları da değerlendirmeye alıyorum, o ayrı). Şu an tercihim kendime zaman ayırmak üzerine. Tabii ki normal bir ilişki ve her ay sonu gelen yüklü bir maaşın özlemini duyuyorum bazen ama bu yolu ben seçtim, mutlu olmayacaksam her ikisini de istemiyorum. Buna kimse saygı duymayacak mı?  


Toplumumuzca (inanın en bohemi en danteli bile bu şekilde düşünüyor) şımarıkça bir hareket sayılan bu tercihlerle, normal olmamayı seçtiğim günden beri hem bir işten hem de bir ilişkiden ne beklediğimi anlamaya çalışıyorum. Net cevaplar bulduğumu söyleyemiyeceğim çünkü aslında nerede, ne zaman kaybettiğimi bir türlü hatırlayamadığım Ben'i bulmaya çalışıyorum. Evet ya BEN. Ben ne istiyorum, ben ne bekliyorum, ben ne yapıyorum, kimim ve kimi oynuyorum?


Oynamak, oyun, sahne, kukla, maske, kostüm, drama, komedi, hepsi güzel de gerçeğim nerede? Yıllarca bana giydirilen bu 3 beden küçük korseden ne zaman kurtulup da derin bir nefes alabileceğim. Kendi seçmediğim bir rolde ve oyunda neden başrolde oynuyorum. İnanmadığım bu projeyle nasıl en iyi kadın oyuncu ödülünü almamı bekliyorsunuz? Hayır, artık oy-na-mı-yo-rum.


32 yıl geçti, eğrisiyle doğrusuyla. Hiçbir yaptığımdan pişman değilim, bundan sonra da olmayı planlamıyorum. Her gün uyandığım için şükrediyorum, olabileceklerden korkmamaya, gereksiz endişelerden kurtulmaya çalışıyorum. Yani hakettiğim hayatı kurmaya niyet ettim bir kere. Bu kadar sadece bu kadar. Normal ya da değil, inanın hiç umrumda değil!

10 Kasım 2010 Çarşamba

Umumi Tuvaletlerdeki Izdırap

50 TL vereyim de temiz tut, lütfen? Hatta 100 vereyim etrafa sıçratma.


Şu günlerde zorunlu dersler ve ilk öğretimin uzatılması tartışmalarına ek olarak,  müfredata  bir iki ders de ben eklemek istiyorum. Bu derslerin hepsi uygulamalı olacak.
1-  Umumi tuvalet adabı
2- Yolda yürüme sanatı
3- Toplu taşıma araçlarına nasıl binilir ve nasıl inilir?  gibi


Bu toplumda kimsenin kimseye saygısı yok, hoşgörü de zaten kalmadı. Ehhh, bu durumda benim tiksinme ve sinir krizlerim de her geçen gün artış gösteriyor.


Şimdi zorunlu derslerimizden ilki: Tuvalet adabı.


Öncelikli olarak ister zengin ister fakir, kadın ya da erkek, kim olursak olalım eninde sonunda tuvalet ihtiyacımız var.  Burada kimse kimseden farklı değil. Yersin, içersin sonra da ..... Ama tek fark var, sonucta ortak kullanım alanlarında tuvalet ihityacımızı giderecksek biraz daha özen gösterilmeli. İnsan kendi evinde isterse küçük için lavaboyu, büyük için de küveti kullanabilir, kimse ititaz edemez amma velakin günde en az 150 kişinin kullandığı tuvalet ve kabini öyle kendisine özel malmış gibi kullanmaya kimsenin hakkı yok.


Gerçekten anlayamıyorum, nasıl oluyor da deliği bir türlü tutturamıyoruz, o tuvalet kağıtları nasıl oluyor da bir turlü çöp kutusuna giremiyor.  Hadi kazara oldu peki neden o zaman bir zahmet, bahçe sularmış gibi kullandığımız tuvaleti çıkmadan neden temizlemiyor ve yere düşen kağıdı neden çöpe atmıyoruz? Ben, tuvaleti kullanacak sonraki kişi, neden küfretmek zorunda kalıyorum ya da işimi göremeden öğürerek oradan kaçıyorum?


Bu tuvaletler yüzünden daha da takıntılı oldum,  hiç bir yere dokunamaz hale geldim, tiksiniyorum çünkü. İnsani ve fiziksel sebeplerden ötürü tuvaleti zorunlu kullanma ızdırabına ayrıca hiç katlanamıyorum. Değerlilerim onlar benim, öyle heryere emanet edemeyeceğim.


Geçen hafta bir akşam Gmall'da yemekteyiz, muhabbet güzel, yemek güzel. Yemek güzel de bir kusur var, servis tabii ki yine başarılı değil. İşin aslı başarılı yemek servisi veren yerler de sayılı  (ah hahha, yeni bir ders konumuz daha oldu, hizmet sektöründe nasıl hizmet edilmelidir). Yemek sonrasında filme gireceğimiz için tabii ki bir ihtiyaç molası verme  zorunluluğu da baş gösterdi.  Kalktım bayanlar tuvaletine gittim. Manzara hiç de yeek üstüne ayık değil. Yer ıslak, ayakkabılar da eklenince çamur izleri. Kabinlerden söz bile etmek istemezdim ki kelimenin tam anlamıyla rezalet.


Kabinin içi daha da çamur, hmm niye çamur olabilir çünkü daha önceki kullanıcı bayanlar, muhtemelen pis olduğu için klozete oturmak yerine ayakta iş görmeyi tercih etti ki bu da ayrı bir maharet istediği için beceremeyip yere işedi. Tamam, kendi sidiğin sana iyi de benim paçalarımın ne suçu var? Paçamı mı kaldırayım, pantalonu mu tutayım, nasıl yapayım kadın bir söyle. Bu kadar zor mu evindeki özeni burada da  göstermek.  Bu arada koku kısmınını da es geçemeyecğim. Hani hepimizin bildiği umumi tuvalet kokusu ve sanki o tuvalet saatlerdir temizlnemiyormuş izlenimi bırakıyor.


Küfrede küfrede çıktım elimi yıkamaya gidiyorum, lavabonun içinde saç var ki hayatta en tiksindiğim şeylerden biri (kendi saçıma bile dayanamıyorum). Sabunluk çalışmıyor, yana geçtim musluk çalışmıyor, bir o yana bir bu yana seke seke elimi yıkadım. Kurulamak için de 10 adımda kağıt havluya ulaştım ve evet ben de yerlere su damlattım, pefff. Elimi kuruladıktan sonra da hiç bir yere dokunmamak için son çabam de diresiğimle kapıyı iteklemek.


Bahsi geçen yer Gmall, yani gelir düzeyi orta ve yüksek olan bir kesimin sık sık kullandığı bir mekan. Bu durumda ne beklersin, eğitim düzeyi daha yüksek bir kesim tarafından kullanıldığını. Ama anlaşılan şu ki bu kesim hiç mi hiç adam değil. Cebindeki para ya da altındaki arabanın inan hiç önemi yok. Sen daha  çevrene önem vermeden etrafa saygı duymadan, hiç bir şey olamazsın.  Ki ben de bu grubun içindeyim. Buradan konuşması kolay tabii, acaba farkında olmadan ne hayvanlıklar yapıyorum ve yapanlara da göz yumuyorum.


Peki tüm suç tuvaleti kullanan müşteride mi? Yooo, müesse belki daha da suçlu. Tamam günümün 24 saatini Gmall'un tuvaletlerinde geçirmiyorum ama sonuçta ne zaman girdiysem hep aynı görüntü. Bu durumda bence biraz daha özenli ve sık temizleme yapılmalı. Belki çoook temiz bir tuvalette etrafa sıçratılanlardan utanıp bi zahmet temizleriz ya da lavaboya taradığımız saçları toplamayı akıl ederiz. Mi? aslında pek de emin olamadım...


Şimdi eğri oturup doğru konuşmak lazım. Kadınlar için tuvalet tam bir eziyet, otursan oturamazsan ayakta yapamazsın. Çünkü tuvaletin temiz olduğundan hiçbir zaman emin olmazsın. Bu durumda müesseseden ne beklemek lazım? Mesela, klozet üstü kağıt (adı ne onların acaba?) ya da sık sık rastladığımız o özel kendinden dönerli, alacalı bulacalı otomatik klozetlerden ya da klozetin üstünü temizlemek için sıvı sabun. Eh bunları bulup hala leş gibi kullanan varsa diyecek pek bir söz de kalmaz.


Ayyy ayy şimdi aklıma geldi, bir de alaturka tuvaletlerdeki rezalet.. Sıçratma durumu offf ki ne offff....


Acaba erkekler tarafı nasıl? Bazen düşünüyorum ki onların tuvaletleri bizimkinden daha mı temiz oluyor.


Şimdi düşünüyorum da Kanyon'un tuvaletleri hep temiz oluyor sanki, yanılıyor muyum? Üff, en fecisi de yemek yemek için gittiğiniz restorantların tuvaletlerinin leşliği. Ya da gece kuluplerindeki taşmış çöp kutuları. Eeee faturaya %10'luk hizmet edelini eklemeyi, bir gıdım votkayı 25 TL'ye satmayı biliyorsunuzu da bir zahmet tuvaletlerinizi temizleyemiyor musunuz?


Hah ahah bir de neden Starbucks tuvaletleri de hep aynı şekilde kötü kokar. Acaba daha az kullanılsın diye bilerek mi yapıyorlar, düşünsenize özel ürünleriymiş, sadece çok özel marketlerde satılıyor "çiş kaçıran sprey".  Gerçi böye bir amaçları varsa bende işe yarıyor çünkü çoğu kez o tuvaletlere giremeden kaçıveriyorum oralardan.


Herşey bir yana açık hava festivallerindeki tuvaletlere laf edilir, neymiş pismiş. Eeee ne bekliyoruz anlamıyorum ki, adı üstünde mobil tuvalet.  En azından ondan neleri beklemememiz gerektiğini biliyoruz, misal sifon, misal taharet musluğu. Bu tuvaletler doldukça temizlenir, yapacak bir şey yok, vidanjör gelir, hortumu sokar ve çeker alır.  Öyle süper bir temizlik beklentisi olmasın, dünyanın her yerinde böyle.


Ama sabit tuvaletlerde, çok şık bir alışveriş merkezinde ya da restorantta kabin kapısını açınca benim beklediğim tek şey temizlik ve hijyen. Bunun için de tonlarca para ödüyorken, bu en basit hizmeti alamayınca inanın bende ipler kopuyor.


Hahha hha az kalsın unutuyordum bir de alaturka tuvalet alışkanlığımızı bozamadığımız için ayakkabıları ile klozete tüneyenlerimiz var. Bir ara işyerimde bunu yapanı bulamak için tüm ayakkabı tabanlarına ve numaralarına baktım, sonuç başarısızdı ama olsun. Madem tünüyosun bir zahmet ayak izini sil kardeşim..


Bir de uyarıları hiç dikkate almayan çok asi bir milletiz. Başımıza buyruk istediğimizi yapan, özgür ruhlarız. Ve bunu gösterebildiğimiz tek yer tuvalet. Yasakları deleriz, tuvalet kağıdını klozete atınca en büyük biziz. Bu uyarının nesi anlaşılmıyor. "Lütfen klozete kağıt vb maddeler atmayınız" Bir sebepten ötürü yazılmış, bu da büyük ihtimal güzel memleketimizin alt yapısı çok yetersiz olduğu için tıkanan borular ve taşan tuvaletlerdir.


Peki sifon çekmeme durumu nedir peki? Ey sevgili tuvalet kullanıcısı, benim asli görevim idrar yapmak değil, mümkünse seninkiyle de pek samimi olmak istemiyorum, lütfen bir zahmet sifonla samimiyeti arttıralım.


Bu liste uzayıp gidecek, ben yeni ders konuma hazırlanayım; toplu taşımadaki hallerimiz.


Bol sifonlu ve hijyenik günler dilerim. Kuru kalınız efendim.

1 Kasım 2010 Pazartesi

İlişiksiz ilişkiler... Bir dur ve bak!


1 Kasım 2010, Pazartesi

İkili ilişkilerden yani sevgili muhabbetlerinden haz etmeme rağmen maalesef daha fazla kaçamayacağım. Ben kimim ki bununla savaşabileyim? 

Zaten sırf benim değil, şu anda herkesin en büyük konusu, derdi bu. Yanımızda olmayan kişi, sevgili, yar, eş, dost.. Adı ne olursa olsun, sabah yatakta yalnız uyanmakla ilgili birşey ya da akşam aynı yatağa girmene rağmen yanındaki kişiyi tanımamakla ve katlanmakla ilgili. Gerçekten kim olduğumuz ve ne istediğimiz ile ilgili...
Maskeni Çıkart

Gerçeklikten kaçarken sığındığımız yalan bir liman belki de ilişkilerimiz ve arayışlarımız. Ne zamandan beri katlanmak oldu birliktelik ve yalnız kalmamak için herhangi birisine vermeyi zorunlu hissediyoruz.  Vermekten kasıt bedenen bir sunum değil, benliğimizi vermek. Haketmeyene sunumda bulunmak. Bu konu sırf sevgililik ile ilgili değil aslında arkadaşlıklarımız da bu münasebetsizlikten payını almıyor mu?

Birisiyle beraberlik, hımmm, tek kişi ile ömür geçirme, bunun için anlaşma yapmak, imzalar atmak. Gelecek hedeflerimizi hep bunun üzerine kurmak…. Peki  aslında evlilik doğamıza aykırı değil mi? Yok yok bu soru yanlış oldu, tek eşlilik doğal mı?

Her iki cins için de pek doğal görünmüyor.
1-    Erkek:
Kedi misali her yere "pıst"lama ihtiyacı içerisinde. Mümkün olduğunca dölümü dağıtayım, şanım yürüsün düşüncesinde. Hatta bazı zamanlarda bunun için bir seçim yapma kısmını bile es geçer durumda çünkü fiziksel olarak bunun ihtiyacı içinde.
2-    Kadın
Kur yapılmasının ihtiyacı içinde. Ona, onu en üstün kadın gibi hissettirecek en güçlü erkeği iliklerine kadar sömürmek asıl derdi. Ben mükemmelim, herkes beni sevsinci.  Eeee, böyle bakınca 1 erkek 1 kadını ne kadar uzun süre muhteşem hissettirebilir? Benim gördüğüm öyle çok uzun sürmüyor o iş. 
Nerde tıkanıyor, sebep ne, kadında mı problem erkekte mi? Bu konuya da derinlemesine inilmeli (ama daha sonra, o kadar yetkin değilim)

Tek eşililiğin iyi tarafları da var. Her güne emin uyanmak, dertleri paylaşmak, ortak adım atmak, en önemlisi paylaşmak.. Ama bir şeyi kaçırıyoruz, her iki taraf için de geçerli. Tavlamak için o güne kadar yaptıklarımızı bir anda unutuvermek, pıstlamak ya da beğenilmek için çaba göstermemek. Ahan da en büyük yalnış, eşin olan kişiyi görmezden gelme durumu.
-       Erkek: Ohh nasıl olsa kaptım karıyı, her gece benimle istediğim zaman "pıst"larım.
-       Kadın: Ohh kapakladım herifi en sonunda amma da kanırttı, her gece dışarlarda, her gece bakım/ makyaj, yemek yemeyi unuttum kilo almayacağım diye, şimdi biraz da ben keyfini çıkarayım. 

ZAAAAAARRT >>> YANLIŞ.... N'apıyorsun, nerdesin, kimlesin, en önemlisi sen kimsin? Onunla neden bu ilişki içindesin, ne istiyorsun ve karşılığında ne veriyorsun?

Bir de olmadığın bir kişiyi oyanayarak, yani bu oyunun tüm gereklerini yerine getirerek birisini tavlıyorsun sonra bir anda gerçek sana  dönüşüyorsun. Yahu, tabii ki ne kadın ne erkek tanımadığı biriyle evlendiğini fark ettiğinde mutlu olmaz.. Mutlu olmadığı için kaçar, sevişmez, konuşmaz, sosyalleşmez, en sonunda birileri kaçar gider ve bu rüya burada biter.

Peki bu maskeler neden? Niye kendimizle barışık değiliz ve yine bize öğretilenlerden beslenmeye çalışıyoruz. 
En  basiti kaçan kovalanır oyunu. Bu nedir, yani bence, çok kolay elde edileni değil de birazcık emek harcadığını istersin. Eeee doğru, ucuz ayakkabı yerine biraz daha pahalısını tercih etmek gibi bir şey.  Bu kabul de, nereye kadar ? Ben kaçıcam derken neden günün nimetlerinden yararlanamıyorum ve neden zamanımı boşa harcıyorum. Yok kardeşim, benim kaçacak vaktim yok. Zamanım değerli, ben buradayım yiyorsa gel, yoksa sakın benim vaktimi çalma Zaten harcadığım 32 yılımı geri kazanmaya çalışıyorum.

Yoruldum artık ya ilişiksiz ilişkilerden. Yalanlar oyunlar üzerine kurup ondan sonra ilelebet sürsün temennileri. Uyan uyan, yok öyle yağma. Önce kendine dürüst davran sonra karşındakinden dürüstlük bekle.

Her geçen gün daha da bencil oluyoruz bir de ve doğal olarak hayatın her köşesine yansıyor, en çok etkilenen de sözde yaşadığımız ilişkilerimiz.
Meziyet de burada, zira çok emek vermek, uzun sure mesai harcamak lazım, doğru kişiyle doğru ilişkiyi yaşamak için. Öyle kariyer peşinde koşmaktansa biraz da gerçek mutluluğumuzu besleyebilsek keşke.

Bir diğer kandırmaca da karşındakini değiştirmeye çalışmak! Biz kadınlar bu tufaya çok düşüyoruz, sanıyoruz ki herşey bize bağlı, hallederiz bunu. Yok öyle yağma, bilelim ki o değişmeyecek. O yüzden baştan onu seçme, bırak bırak, istediğin neyse tam olarak bundan emin ol ve onu aramaya başla.

Aman, aman asıl konuyu unuttum, güven. Nasıl da zor birşeydir güvenmek. Sağdan soldan yıllarca kazık ye, sonra da gel karşındakine güven. Yani insanın yakın arkadaşı bile şöyle yağsızından kazığı güpe gündüz sokarken, el neden atmasın. Böyle böyle düşünürken bir de bakmışız kendimize de güvenimiz gitmiş, çünkü sanıyoruz ki asıl problem bizde. Unutuyoruz çünkü asıl isteğimizi, yanlış yerlerde arıyoruz gerçek sevgiyi. Sonuçta da tamir edecek binlerce kırık "ben"le kalıyoruz. Ama asıl konu şu, "ey karşıdaki kişi sen güvenilmeyi haketmek için ne yaptın bu hayatta bana?". Dürüst ol önce, insan ol ki ben de seni seveyim, güveneyim.

Offf off, aynı evde yaşama çabaları da başka bir şey. Bazı günler ben evin içine kendimden sıkılırken, başka bir adamla paylaşmak, amanın, kaç kaç kaç kaç… Hah aahaha şimdi eğri oturup doğru konuşalım,  bir de işin benle yaşama boyutu var. Gittikçe anneme benziyorum derken bakıyorum ki anneanneme daha çok benziyorum, haha haha, rahmetli nur içinde yatsın ama zor kadındı. Dırdırı, vırvırı hiç bitmezdi! Eh yaş da her geçen gün geriye gitmiyor, ileri gittikçe de insan daha da bir BENcil oluyor. Ben yeni "ben"e alışmaya çalışırken elin adamı gelip beni nasıl sarıp sarmalasın. Bir saniye, bir durun, önce ben beni bir anlayayım, seveyim, sayayım da sonra ona emin anlatayım. Gelmeyin üstüme şu anda yalnız kalma hakkımı kullanmak istiyorum.

Ne olursa olsun, aslında karar verilmesi gereken tek bir şey var. Gerçekten karşımızdakinden ne bekliyoruz, sadece seks mi, dostluk mu, beğenilmek mi, yoksa dışarıya bak ben yalnız değilimi göstermek mi? Cevap bir gelsin ondan sonrasına geçelim. Herşey  adım adım olsun. Başkalarının bizim için çizdiği yolda gitmektense, düşe kalka kendi yolumu çizmemizi öneriyorum. En azından gereksiz pişmanlıklar ya da saçma suçluluklara gerek kalmayacak. "Ben denedim ama olmadı" demek kadar özgür kılan bir şey yok. "Tüh aramayacaktım, bak" demelere gerek yok. 

Gelen gelir, giden gider, burada kalan bir ben varken, başka bir şey istemem. Ben bana iyi bakayım yeter, en büyük düşmanım olan kendimle barışık olmaya karar verdim bir kere, sözümden dönmem, bilen bilir.

Önce ben sonra onlar. Bu bencillik değil, gereklilikten. Herşeyin daha iyi olabilmesi için önce ben çok daha iyi olmalıyım.

Şimdi kendime iyi davranmam gerek, haydi bana müsade.



12 Ekim 2010 Salı

2010 - Tiyatro Ödülleri


11 Ekim 2010, Pazartesi

Sonbahar geldi yaz bitti, aman aman havalar çok soğudu derken sabah kalkmalar ne kadar da zorlaştı öyle. Zaten yatak odasına direk girmeyen gün ışığı iyice uzaklaşınca uykucukların tadı daha bir başka oluyor.
3 ay öncesine kadar zaman benim için çok önemliydi. Yani yarım saat fazla uyumak, tuvalette ya da duşta geçirilen 10 dakikalık bir fazlalık bile hayatta birşeyler kaçırmama sebep olacaktı sanki.  Şimdiyse bu kadar boş vaktin içinde hiçbir şeye yetişememenin şaşkınlığı içindeyim ve sadece gülüyorum duruma. Bu da başka bir hikaye o yüzden çok uzatmadan güne geçeyim hemen. 

Saat 11:30 gibi ancak kalkabildim. Ev dandini, hemen toparladım, yani facebook ve twitter'da geçirilen yarım saat sonrası. Bulaşık, süpürge, kedi tüyü vs... Off'laya puff'laya dışarı çıktım, öyle bir haldeyim ki bırak duş almayı diimi ble fırçalayacak halim yok amaan...
Neyse ki çok soğuk değil hava. Pelin'e uğradım ama yokmuş.. Sonra Defne'ye gittim, uzun zamandır onunla da konuşamadım, meraktayım.. Derken zaman geldi Candaş'a doğru yollandım. Son  günlerde evcilik oynuyoruz, her gün birimizde birileri,  maksat beraber olmak değil mi? Menude makarna ve şarap.  İzlenirse 1 ya da 5 film, ya da sadece müzik eşliğinde, sandalye üstünde muhabbet.

Candaş'dayım ve Pınar da geldi sonra.  Herkes bir köşede, dertleşiyoruz. Saat olmuş 18:30, Candaş'dan çıktıp eve doğru giderken Başak'tan telefon geldi, "Dileeeek, bu akşam Tiyatro Ödülleri töreni var, ben kazanamayacağım ama adayım, gidelim mi?". Benim cevabım tabii ki "Evet". Daha güzel bir şey olabilir mi? Başak'ım aday ve ben yanında olacağım, ya kazanırsa, ohhh mis misss..

Koşarak eve geldim, dolabı açtım tam giyeneceğim de ne? Yani bir ödül törenine ne giyilir? Başak'ı aradım, kısaca şık giyin dedi. Hımm, jean'le bir şıklık mı, ciddi bir şıklık mı? Cevap, şık bir akşam yemeğine gidiyormuş gibi giyin... Eyvahlar olsun, nasıl bir akşam yemeği, iş mi, sevgili mi, flört mü, aile mi? Ufff neyse yaa en basitini giydim işte, ne yapayım, bu kadar!  Sadece yarım saatim var. Sonuçtan memnun değilim, yani evet oldu ama öyle çok Dilek gibi değil. Hani çok yaratıcılıktan uzak ama emin olma durumu vardır ya ondan,  ne yapalım, bu sefer de böyle olsun. Kılığımdak tek sorun, eteğimin kısa oluşu ve benim çorap giymemiş olmam. Amaaan o kadar olur da hava biraz soğuk mu ne?

Başak'ı almaya gidiyorum. Evine çıktım, üstüne ne giyeceğine karar verdik ve hemen dışarı çıkıp Sıraselviler'den taksiye bindik. Gideceğimiz yer Harbiye, Muhsin Ertuğrul Sahne'si. 

Tören saat 20:30da başlayacak, biraz erken gelmişiz, bekliyoruz. Başak da ben de pek rahat değiliz işin aslı. Onda heyecan var, bende de kimseyi tanımamaktan gelen yabacılık. Ama olsun amacım ben değil bu sefer, Başak'ın yanındaki ben'im, başrolde Başak var. Da bir problem var, kokteyl tören sonrasıymış, ben de söylenmeye başlıyorum, "aman Başak ya, ne alkol var ne de bakacak birileri!!!" Eeee,  bu durumda elden ne gelir, tabii ki etrafı incelemek.

Yeni Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ne açıldığından beri ikinci gelişim. Buradan nefret ettim. Nerede o eski sahne ve fuaye, annemlerle ilk geldiğim zamanı hatırlıyorum. Lüküs Hayat izlemeye gelmitik. Annem, anneannem, ağabeyim ve ben. Anneannem tabii ki uyuya kalmış ve horluyordu ve biz de utanıyorduk (keşke yine uyusa da horlasa). Benim için saki opera sahnesi gibi büyük ve gizemliydi. eskinin ve bilgeliğin kokusu vardı. Şimdiye bakıyorum hiçbir havası, karakteri yok, geçmiş kapanmış, geleceğe ise yatırım yok. Bu belediye ve imar zihniyeti ile daha farklı ne olabilir ki? Havalandırma yok, vestiyer yok, sıkışık, ruh yok. Oturma gurupları çok karaktersiz. Tuvaletkapıları o kadar dar ki iki kişi sığamıyor ve gereksiz kuyruklar yaşanıyor.
Ama bir kaç detay var durumu renklendiren. Hayatlarını tiyatroya adamış üstadların fotoğrafları ve en dip köşede duran eski Tepebaşı sahnesinin maketi. Diğer herşeyse yalan. Bu kadar zor zamanda bu zor şartlarda tiyatro yapmak için uğraşılırken sanırım daha sıcak bir yuva arıyorum.

Bir de aklıma takılan başka bir şey. Kılık kıyafetin bir birliği yok. Ya birisi çok frapan ya da birisi çok pejmurde. Bir yanda pahalı takım elbiseler, bir yanda lekeli kadife ceketler. Kadınlar ise başka telde. Ben bir yerde, o bacağında soket çorabın izi çıkmış, kafasında koca bir taç olan hatun bir yerde.  Daha da fazlası var hadsizilikler ve kendini bilmezlikler. Yaşı 92 ama giyim terchi 29. Bir yandan tebessüm ederken bir yandan ama olmamış demek. 
Tabii ki herkes bütçesine göre giyinebilir ama sonuçta bu bir tören, belli bir konudaki ödül töreni ve aslında çok önemli. Birileri bu kadar çok önemserken birilerinin umrunda olmaması, bu kadar çok ayrım olması, bir de önem verenin bile aslında nasıl giyinmesi gerektiğini bilmemesi can sıkıcı. Sadece göz zevkimi bozmaktan ve dedikodu yapma isteğinin körüklemekten başka bir işe yaramıyor.

Ay hava bunaltıcı çünkü havalandırma sistemi yok ya da yetersiz. Bir avuç insanın nefes alacağını bile hesaplayaman zihniyetin eline bakıyoruz ve her ne hikmetse "n'aptın arkadaşım ya?" diye sormuyoruz. Sanki bize verilen herşey çok büyük ve özel.

Bu arada içerisi çok kalabalık değil. Tanınmış simaların yanında çok genç olanlar var. Belli ki herkes bir şekilde tiyatroya gönül vermiş ve hayatını onunla kazanmaya çalışıyor. Ama aslında gelirlerdeki uçurumlar, hayatın sunduklarındaki adaletsizlik bir kez daha düşündürüyor. Eskilerin genç olanlara çok da yol göstermemesi, koltuk ve şöhret sevdasından vaz geçilemeyişi, kolay kolay kadroların açılmayışı vs vs vs...  Ancak ve ancak iş adamları için vize savaşı verilirken sanatçılara için bir ayrıcalık uygulanmayışı, sanatın ve sanatçıya ne kadar az önem verildiği. Hepsi çok derin konular, ne kadar içerisinde olsam da bir o kadar dışındayım. Çünkü yıllarca umursamadan sadece aylık maaşıma bakarak günümü geçirdim. Şimdi ise ancak gözlemleyebiliyorum. Bakalım yarın ne olacak?

Bir yandan da içim sızlıyor, acaba ben de bu cemiyetin üyesi olabilir miydim? Acaba ben de tiyatroya hizmet edebilir miydim? Neden zamanında savaşmadım hayallerim için, neden kaçtım kolaya?  Halbuki universitedeyken tek isteğim kostüm tasarımı yapmaktı, hem tiyatro hem de opera için, yeri gelirse filmler için. Bana ait bir çizgi, bana ait imza ile tanınmak ama 9 sene geçti ve ben şu anda olduğum yerdeyim, tek bağlantım Başak'a eşlik etmiş olmak. 

Başak'tır hepimizin idolü.  O'dur hayallerini hiçbir zaman bırakmadan tüm şartları zorlayarak ilerleyen ve şu an geldiği yeri çok çok önceden hak eden. Sonuna kadar yanında olacağım söz veriyorum. Ama kimbilir belki bir gün rakibi de olabilirim, hah ahahahaha...

Saat geldi artık yerlerimize geçmemiz gerekiyor. salondan içeri giriyoruz, herşey bir yere kadar okey de bu dekor ne ya, ne bu? Yani koskoca Tiyatro Ödülleri'ne layık  görülen sahne dekoru ve düzeni bu mudur? Sahnenin her iki yanında barkovizyon, fonda ayna gibi bir şeyler, bir kürsü (siyah kumaşla kaplanmış ama potluklar var), bir piyano bir sehpa masası, 2 mikrofon ayağı, bir sehpa üzerinde plaket ve ödüller. 
Resim yazısı ekle

Tamam, herşey olması gerektiği kadar ama çok özensiz. Çok daha iyi olmalıydı. Sahne ise konumuz daha özenli olmalıydı. 
Tören başladı, öncesinde ufak bir konser, sonra konuşmalar vs.. ama sürekli ufak tefek aksilikler oluyor ve ben utanıyorum sanki benim işim.. Mikrofon ayağı çok uzun, konuşanın boyu kısa, plaketler bir türlü olmuyor sürekli düşüyor. Hostesin saçı çok sarı, solistin ayakkabasının boyası gelmiş vs. Yani tam bir mesleki deformasyon olayıderken derin nefes alıyorum ve dikkatimi adaylara çeviriyorum.
Ödüller veriliyor aralarda da kısa kısa konserler. Fazıl Say ve Nazım Hiktem Oratoryosu'ndan Hiroşima'yı dinlerken tüylerim diken diken oluyor, nasıl da güzel.

Bizim için önemli olan kısım geldi Yılın Kostüm Tasarımcısı ödülü. Amanın o da ne Yılın Giysi Tasarımcısı ödülü mü? Afedersiniz ne giysisi. Kostüme ne oldu, ne zaman anlamı değişti ve giysi, giyinmek, örtünmek anlamına geldi. Cık cık olmadı, olamadı.
Adaylar açıklanıyor ve Başak ilk sırada Cimri ile... Ve sonra ödül kazanan açıklanacak, bu sırada Başak ile elele tutuşmuşuz, ikimizin eli de buz kesmiş veeeee evet kazanan Kent Tiyatrosu, Başak Özdoğan'dır.. Olllleeeyyyy, that's my girl... go giiiirrll,  go girrllll... Offff çok zevkli... Ölücem mutluluktan, hah ahha ahhahahha... Derken en iyi ışık tasarımı ödülünü Kemal aldı derken en iyi yapım ödülü Mephisto'ya yani Ragıp'a gitti. Ve ben bu salonda kişisel olarak 3 kişiyi tanırken hepsi de ödül aldı.. Yüzümdeki kocaman gülümsemenin tarifi de olmaz yahu...

Ödül alanlar foto çektiriyor, ben yüklenmişim eşyaları ve fuayeye doğru gidiyorum nedense elimde de de en iyi giysi ödülü duruyor, oturdum boş koltuğa, ne hikmetse kimse de yok, kokuyor muyum ne? Ödül ve ben oturuyoruz
en iyi giysi ödülü, tasarımı değiştirseler ya artık!

Artık içme ve yeme vakti geldi. Bana acıyan ya da nedenini bilmediğim başka şeylerden ötürü sağolsun garsonlar sürekli bir şeyler getiriyor, ben de Başak'ın tebriklerinin bitmesini bekliyorum. Arada da zafer telefon görüşmelerini yapıyorum pek tabii. Derken sigara içmek için dışarı çıkıyorum, hava soğuk bacaklarım da üşüyor ama yiğitliğe bok sürdürmem, buradayım ve içiyorum. Elimde ikinci kadeh kırmızı şarabım, hafiften başım dönmeye başladı. Bütün gün ayı gibi yemek yemiş olmama rağmen açım. Uffff bu evde oturmalar bana pek de iyi gelmiyor, çok yemek yiyorum ya.

Şöyle etrafa bakıyorum. Ne kadar çirkin her yer. İstanbul Kongre merkezinin çirkinliği, Lütfi Kırdar'ın erişilmezliği. Ve yandan yemiş Muhsin Ertuğrul Sahne'si. Herşey gri, daha beter bir renk olabilir mi? Aman pardon Şehir Tiyatroları tabelası sarı, aman üstümde kalmasın. Acaba sırf ben mi bu binanın ve bu mimarinin çirkin olduğunu düşünüyorum. Çok mu söylenip sızlanıyorum, birileri umarım katılıyordur, yoksa psikoterapist yerine bir psikiyatr görsem iyi olacak. Bu arada aklıma takılıyor, ne olacak bu AKM'nin hali, ne yapacaklar orayı? Neyi bekliyoruz? Yıkıp geçmek, tamir edememek, değer bilmemek, sadece tüketmek ve tüketmeye teşfik edilmek. Sistem bizi yok etmek için programlanmış ama izin vermeyeceğim en azından kendim için.
tek renk sarı!
sanki büyükşehir belediye binası


Ben bugün mutluyum çünkü seviyorum, seviliyorum ve sevdiğim insanları sevindiriyorum. Onların sevindiğini gördükçe daha da mutlu oluyorum.  Evet, herşey sadece çok daha iyi olabilir. Başak da geliyor artık, çok güzel ve gururlu ama bir o kadar da şaşkın. Siyah dar dantel elbisesisin altında vintage çizmeleri.. Saçları bile daha farklı parlıyor şimdi. Çok genç ve güzel bir kadın, bir o kadar da güzel bir insan. Evet şanslıyım, bu insan benimle burada olmayı seçtiği için..
güzelsin cok hem de

Eve dönme vakti geliyor ama kendi evimize değil. Ödülü vereceğimiz bir kişi var. Başak'ı doğuran kadın, Armağan. 9 sene olmuş ben onları, Armağan Teyze ve İlhan Amca'yı görmeyeli. Bomonti'de okuduğum ilkokulun karşısındaki yeni evlerine gidiyoruz. Etiler'deki bildiğim ev değil ama içeri girince hiç yabancılık hissetmiyorum. Çünkü içerde sevgi var, çünkü içerde ruh var, yaşanmışlık var, yaşamak için coşku var. Eşler arası sevgi ve yetiştirilen çocuklara duyulan gurur var. Aramağan Teyze, İlhan Amca yüreğinize sağlık ve iyi ki varsınız..
Evet  gözüm aç ve kıymalı nohutun suyuna ekmek bana bana yiyorum ve biliyorum midem kavga edecek bütün gece benimle ama olsun. Anne eli değmiş bu yemeği kaçıramayacağım.


















8 Ekim 2010 Cuma

Yazdan kalan son kırıntılar - "Pierre Loti"

31 Ağustos 2010, Salı

Hatırlıyorum en son, dayımlar Paris'ten maaile geldiğinde gitmiştim Pierre Loti'ye, acaba kaç yaşındaydım?  Belki 7, belki 8, belki çok daha küçük ama yer etmiş aklımda. Tıpkı Swiss Hotel'in inşaa edildiği o canım parkın aklımdan çıkmayışı gibi. 
Yaa, ne güzel bir parktı o. Annemle giderdik. ufak metal kadehlerdeki, ufak ve ucu düz kaşıklarla yemeye çalıştığım çikolatalı dondurmayı hatırlıyorum. Yeşili de deniz zannediyordum, gökyüzünü de, uçsuz bucaksız. Dondurmam en sonunda erirdi ve ben kaşıkla kalan suyunu içmeye çalışırdım. Çocukluğumdan ne kaldı İstanbul'da ve anılarıma geri dönmek için gidiyorum Pierre Loti'ye.

Eyüp, Balat gezimden sonra yine otobüs durağına gidiyorum, Bulgar Kilisesi'nden çıkıp, parkı geçiyorum. Parkta insanlar ağaç gölgesinin altında oturmuş dinleniyor. Mesela ben bunu hiç yapamam çünkü sınıf farkımız var. Onlar oturuyor ama biz ıyyyyk diye bakıyoruz. Halbuki o park benim de aynı zamanda. Neyi küçümsüyorum, neden korkuyorum? Bu da başka bir hikaye aslında. Herkesin ayrı bir sebebi var.
ben de ben de
Otobüsten Eyüp Sultan'da inmem gerekiyor, oradan da teleferikle yukarı, Pierre Loti'ye çıkacağım. 

Eyüp Sultan'a en son annemlerle gittim. Ağabeyim ABD'den 15 yıl sonra dönünce annem adak adamış da onun için. O gün mahvoldum. Adak Kurban Kesim Merkezi'ndan ağlayarak kaçıyorum, soğukta bitmek bilmeyen dakikalar. Ne garip inançlar ve ardından yapılanlar. Sonuçları ve gelinen nokta. Neden böyle bir adak adanır. Kurban için verilen para neden bir fakire verilmez ya da bir derneğe bağışlanmaz. Gerçi adak etini biz almadık, fakirlere dağıtıldı ama yine de kesim, hayvan kesmek. Bencilliğimiz doğrultusunda, islami koşullara uygun kesim. Ufff, neyse bu konu çok canımı acıtıyor.

Eyüp Sultan da görülmeye değer bir yer, içinde binlerce detay saklı. İçimizde olan ama bizim bilmediğimiz bir yaşam biçimi var. Saygı duymak gerek, reddetmek değil. Sadece dili ve biçimi farklı.
Kuran-ı Kerim'de büyük indirim - basur kremi de var mantara, deva da

Eyüp Camii'nin önünden geçip ilerliyorum. Bu arada içimdeki korku büyüyor. "Evet" korkusu. Yaşadığım hayatın gerçekliği çarpıyor yüzüme tokat gibi. Güvenli evimden, mahallemden çıkınca asıl olanla karşılaşmak. Kara çarşaflılar, mollalar. yatırlar, mezarlar.  Ne büyük bir sektör şu din. Ne büyük aladatmacadır ve de en rahat kaçış, düşünmekten, sorgulamaktan kaçış, ezberin duayeni. Eminim ki burada olanlardan çok daha fazla inançlıyımdır ama bu benimle onun arasında. Neyi kanıtlamam gerekiyor ve kime? Topraktan geldim, toprağa gideceğim. Benim derdim kendimle.
korkunun ecele faydasi gercekten yok mu?

Hah, işte Adak Kurban Kesim Merkezi de tam yanımda, amaaan koş Dilek koş, teleferiğe koş. 
özenle kurban edilir

Hımm, Akbil'i doldurmak gerekiyor. Ah gitti mi bir 20 TL daha.  Bu arada en yakın arkadaşım Akbil oldu bu aralar. O ve ben dolanıyoruz, bir de Müze Kart'ım var onu unutmamam lazım, ayıp olmasın.
adı üstünde "teleferik"
Teleferikle sallana sallana çıkıyoruz yukarılara, altımda yüzlere merhum selamlıyor Haliç'i, ebedi yataklarından. Acaba Fatiha okumak lazım mı? Hani mezarlık yanından geçerken dua edilir  ya peki üstünden geçerken ne yapmak, ne okumak lazım?

İki kabinden oluşan bu aletin içi çok havasız. Karşımda 4 genç kız, yanımda bir çift ve 4 kızın arkadaşı, 8 kişi doluşmuşuz içeri. Yanımdaki çiftin hatun kişisi kokruyor çok, nefessiz kaldı ama meraktan da çatlayacağı için görmeli Pierre Loti'yi. Bu  arada kıkırdak kızlar da sürekli düşmek, uçmak espirilerinde. Hatun daha da geriliyor, o geridikçe ben geriliyorum ve en sonunda tabii ki çenemi tutamayıp, "gençler ayıp oluyor, yeter ama biraz saygı gösterin" diyorum. Bana bön bön bakıyorlar ama susuyorlar. Olley, zafer benim de yaşlılığım nasıl olacak acaba, vah vah.

Ahh ki ne ahh, bu beledeyiler şu inşaat ihalelerini hangi şirkete veriyor ya da bu şirketler neden hep aynı malzeme ile inşaa ediyorlar her yeri. Bu da politik bir simge gibi geliyor. AKP'li belediyelerin imzası sanki, aynı badem bıyık gibi. Örnek, Sütlüce Kongre Merkezinde de aynısı var, sütlü kahverengi mermermirimsi taşlardan yapılmış teleferik durağının istasyonu. Modernmiş gibi yaparken, kötü bir Nescafe tadı bırakıyor insanda. Hiç mi ortamın ruhuna uygun bir iç mimari uygulanamaz?  Neden her şey sadece yapmış olmak için yapılıyor? Neden hikayelere, geçmiş ve de geleceğe önem verilmiyor?

Tepeden tekrar mezarlığa doğru bakıyorum, yaşamın önemi ve de önemsizliği arasında bir sıkışma durumu var bende.  Zaten bu duygu uzun zamandır sorun çıkarıyor bende. Bakalım, hayırlısı...

En sonunda adımlarımı Pierre Loti kahvesine doğru çeviriyorum. Tepede, manzayara nazır kurulmuş masalar, tahta sandalyeler üzerinde aileler, aşıklar, yalnızlar, evli çiftler, yerliler, turistler.. 
Pierre Loti'ye kimse zevksiz diyemez
Soldaki aralıktan yukarı çıkıyorum, manzarının diğer tarafında ne var diye meraktan. Vay vay vay, adaletin bu mu İstanbul? İnanamıyorum, bir yanında cennet Haliç, bir yanında beton çöplüğün.  Her daim madalyonun iki yüzü varolmak zorunda mı? 
Bir başkadır benim İstanbul'um
Yavaştan kahveye doğru yürümeye başladım. Bu arada da Pierre'in hikayesi var aklımda. Aşk hikayesi, hem bir kadına hem de İstanbul'a. Burası aşk mekanı ve bense bu şekilde bir aşktan anlamayan bir insan. Olsun yine de saygım sonsuz.

Manzaraya yakın masa arıyorum. Boş bir yer buldum en sonunda. Sağımda iki delikanlı, solumda da kör kütük aşık bir çift. Güneş yalıyor gibi yapıyor sol yanağımı ama tepemdeki ağaçtan izin almış, yaprakların arasından insafsızca yakıyor beni. Bir o sandalyeye oturuyorum bir bu sandalyeye. Güneşten kaçış yok ama bu masayı da terketmeyeceğim, bana ne.
Haliç manzaramı kimseye kaptırmam

Çok açım, yine hiçbir şey yemeden çıktım evden, tost var mı diye soruyorum suratsız garsona.

Masaların örtüsü kırmızı beyaz, pöti kareli. Defterimi kalememi çıkarıyorum, yerleştiriyorum. Bu sefer sadece gezi notu aldığım defter değil, dert ortağı olan da orda. Zorlardayım bu ara, derdim var, kaçmaklardayım. Yazınca içimdeki zehir de akıyor gidiyor sanki, rahatlıyorum.  Ama aklım başka yerde yazasım yok öyle çok, sürekli etrafa bakınıyorum. Kimler gelmiş, profil çıkarmaya çalışıyorum. Haliç'e bakıyorum tepeden, karşımda Sütlüce Kongre Merkezi ve Santralistanbul. 100 lerce kez geçtiğim TEM ve yıllarca görmezden geldiğim yakadan bakıyorum tüm bunlara.

Ve tabii ki suratsız garson tostumu başkasına vermiş, pis! Tamam çok laf etmemek lazım, oruçlu! Bu sıcakta, bu kafaya oruç tutarsan her şey olur, bu mudur sevabı? Gıcığım işte...

Arada gözüm tepemde salınan bayrağa takılıyor, heybetli ve gururlu. Rengi kırmızı, kan kırmızısı. Güneşle beraber parıl parıl parlıyor. Bir anda bayrağın yeşerdiğini görüyorum, Pierre'in evi iyi gelmedi bana, halüsinasyonlardayım. Evet'lerle yeşerecek sanki. Hayır, hayır kırmızımı bırakamam, sonuna kadar. Sanırım delirmeye başlıyorum.
yok yok hala kırmızı!
Yarım saat geçti geçmedi, sakinlik beni germeye başlıyor. Çok rahat değilim, yalnız hissediyorum kendimi burada. Sanki bir şeyler eksik gibi. Yooo, öyle depresif bir durumda değilim aksine mutluyum, derin derin nefes alıyorum, sadece yoğun huzur rahatsız etti biraz, alışık değil bünyem. Bir de acil çözmem gereken bir konu var: çok açım.

Teleferiğe doğru ilerliyorum, başka bir turist kafilesi de şimdi inmiş geliyor, bu sefer ABD'li hepsi. Sanırım Japonlar'ın mekanı değil burası.  Aşağı inerken manzara daha da güzel, sanki mezar taşlarına sürttük sürteceğiz. Çok dik iniyor, hafif de germiyor değil, aman ne yapalım düşerse yeni mezar almak lazım derdinden kurtulmuş oluruz. 
rahat uyuyun

Bu sefer yanımda bir baba oğul var, ufaklığın gözünde kafasından büyük fly güneş gözlükleri, büyümüş de küçülmüş sanki. Babasına nasıl da hayran ve sürekli onaylanmak ihtiyacı içinde. Aman çocuğum, kimsenin seni onaylamasını bekleme. Bak, işte o zaman hayat sana gerçekten zor olur. Sen sen ol, kimseyi yargılama ve kendini yargılatma. Sana davranılması istediğin gibi davran yeter. Saygı duymayı öğren yeter... Bu daha uzar da dinleyene, ahh nerde?

Teleferikten indim otobüs durağına doğru gidiyorum, yine Eyüp Sultan'dan bineceğim. Doğru Taksim'e çıkıp bir şeyler yemek istiyorum ama önce Melis'i arayayım beni bekliyordu, bakayım ne yapmış?

7 Ekim 2010 Perşembe

Çemberlitaş - Hamam Sefası


5 Eylül 2010, Pazar

Güne yağmurla başladım. Gecenin promili hala yüksek ama sorun değil, alıştım artık. Son zamanlarda hep böyle değil mi zaten?  Ye, iç, gez, toz... Nazara gelmeyelim ama çok da uzun sürmeyecek gibi.

Defne, iki gün önce söylemişti hamama gideceklerini ama benim başka planım vardı Pelin'le. Hava muhalefeti yüzünden orjinal plana sadık kalamayınca ben de takılmaya karar verdim Defne'yle Şebo'nun peşine.

Saat 12:00'de Şebo arabayla aldı bizi ve yollanıyoruz şimdi Çemberlitaş istikametine.

Tatlı bir serinlik var havada. Özlemişim, bu havaların en güzel yanı artık çizme giyme vaktinin gelmesi.  İyi de altı üstü hamama gidiyorum, ne o sanki defileye çıkacağım, taktım takıştırdım, kısa şort tulumu giydim ayaklarımda da çizmeler. Olsun hamam mamam dinlemem, ne olacağı hiç belli olmaz diyeceğim de ondan değil kafam hala çok güzel aslında, doğru dürüst düşünemiyorum, lal alll alllaa...

Yollar bomboş, nasıl da güzel İstanbul. Karaköy, Sirkeci, Cağaloğlu derken Kapalıçarşı'ya vardık, Nuruosmaniye kapısını da geçip Tarihi Çemberlitaş Hamamı'nın karşısındaki otoparka parkettik. Otopark bomboş ama karar veremiyoruz nereye park edeceğimize. Seçenekler bol olunca böyle oluyor işte. En sonunda çıkışa en yakın yere park ediyoruz ve önümüzdeki iftar çadırının üzerindeki yazıya bakakalıyoruz: "Bugün iftar veren bir hayırseverdir". HAh ahhah ahahah.. töbe töbe.
İftihar Çadırı !

Cadde bomboş da ilerdeki kalabalık ne? Şebo korktu hamamda sıra var diye ama endişelerimiz boşa çıktı, aksine bomboş, asıl kalabalık az önce çıkmış, her yer bizim.

Hemen girişte, para ödeme kısmına gelince başlıyoruz pazarlığa, ne kadar ne olur diye.. Az buçuk yerli malı indirimi yaptılar bize, sırtlandık eşyaları geçiyoruz kadınlar bölümüne.

Aboow, ne olmuş yahu buraya, sanki 5 yıldızlı otel spa'sı. Tevekkeli değil 2 seneden fazla olmuş gelmeyeli, çok değişmiş çok.  Asma katlar, soyunma odaları, manikür pedikür tezgahları, kantin, taze portakal suyu.. Hahahah bir de don veriyorlar her gelene ki üryan dolaşılmasın, gereksiz alışverişlerde bulunulmasın diye.

Asma kata çıkıp, soyunma odasına giriyoruz. Soyunup eşyaları dolaba kilitledikten sonra peştamallere sarınıp iniyoruz hamama doğru. Ben su alıyorum yanıma ki ölmemeyim o buharda, bir de içimden çıkacak alkol duman etmesin beni bir kez daha.

Hamamda yapılması gereken ilk şey güzelce bir ıslanmak ki daha çabuk terleyesin. Sonrasında göbek taşına çıkıp yatarsın ki iyice kirin kabarsın. Biz de içeri girip başlıyoruz su dökünmeye, yeterince ıslandığımı düşünüp  hemen göbek taşına geçiyorum, ufak adımlarla. Kolay değil, en büyük paranoyam kayıp düşmek. Yanılmıyorsam 7 yaşındayken ben, annem ve anneannnem ile hamama gitmiştik, Şişli'de. Kalabalık olduğu için ikisi de ayrı yerlere oturmuşlardı ve ben de aralarında kurye, "Dilek kızım git sabunu al, aman lifi unutmuşuz, tarak annende mi?" derken ben sürekli koşuyorum, bir de utanıyorum çünkü çırılçıplağım. Git gel seferlerimin birinde sabuna basıp tepetaklak düştüm. Sonra hatırladığım başımda onlarca kadın "ah kızım, vah kızım" çekiyor. Biri diyor ki "ammman ha kusarsa beyin kanamasıdır, hemen doktoro götürün" Ben de içimden geçiriyorum ki "hayatta kusmucam işte"... O günden sonra nefret ettim hamamdan ta ki bu fobimi Elif ve Elif'le atlatana kadar. 
4- 5 sene önce ilk onlarla geldim Çemberlitaş'a ve bayıldım. Bazen hijyenik sebeplerden ötürü bir yabancılık çeksem de takıntıları bir kenara bırakmaya çalışıyorum. Çünkü ruhen ve bedenen arındığımı hissediyorum hamamda ve elimden geldiğince sık sık gitmeye çalışıyorum.

Normalde içerdeyken hem sıcaktan hem buhardan nefes almakta zorlanacağımı düşünürken farkına varıyorum ki aslında içerisi çok da sıcak değil, belki havanın serinliği vurmuştur buraya da.  Fenalaşmadığım gibi delicesine bir terleme de yok ama başka, daha büyük bir sorun var.  Vücudum ter yerine bir gün önce her yerime sürdüğüm, kuru ciltler için olan, kremi kusuyor.  Bu ne yahu sanki litrelerce zeytinyağı sürmüşüm gibi. Yıkıyorum, yıkıyorum geçmiyor. İşte şimdi mahvoldum, kese olmaz bu durumda... off ki ne off.. N'apalım, olduğu kadar deyip etrafıma bakınmaya devam ediyorum.

Eskiden turistlerin geneli çırılçıplak takılırken bizler de bikini altı giyiyorduk. Sonuçta çırılçıplak olmak hep yasaktı ama şimdi emin olmak için yanında bikinisi olmayana girişte siyah bikini altı veriyorlar.  Evet, mantıklı olabilir sağlık açısından ama tek tip olma durumu işin özünü bozuyor. O renklilik yok olmuş, askeri düzen var sanki içerde. Bir de zaten öyle çok gözetlenecek, gıpta edilecek vücutlar yok bu sefer. Daha önceleri ağzım açık baka kalıyordum. 
Şimdi doğruya doğru Avrupa'lı ablalarımızın, kardeşlerimizin tenleri ve göğüs yapıları bizmkilerden çok farklı, bir duruluk bir dirilik oluyor. Ortalama olarak bizlerden daha güzeller. Eh seyri de başka oluyor bu durumda. Ama bugün pek şanslı değilim, yaş ortalaması da yüksek. Sıkılıyorum etrafımdakilerden başka Defne'yle Şebo'ya sarıyorum, " Ya Defne, gelsenize buraya?"

Buraya üçüncü gelişim ve hep aynı hatuna kese yaptırmak gibi br takıntım var o yüzden sıra bekliyorum. Defne benden önce geçti bile keseye, haha Şebo'yu da aldılar ben de hala göbek taşında kremli kremli yatıyorum. En sonunda döğmelerimden tanıdı hatun beni, "gel sen buraya" dedi. Olley, masaj ve kese vakti. 

Aldı beni önüne, başladı keselemeye de hiçbirşey yok. " Ne sürdün kız sen?", ben de suçlu suçlu, "kreeeeem" dedim.  Baktı olmayacak önce sabunla bir güzel yıkadı beni sonra yine keseye başladı, çok verimli olmasa da Bitez güneşinin lekelerinde kurtulmayı başarıyoruz en sonunda.
Ahh, biraz da ayaklarıma masaj yapsa ya benim hatun. Adı neydi, sanırım Gülşah.. Hadi Gülşah, biraz daha ohh, aşağı aşağı... hah tam orası.

Kese, sabun, masaj faslı bitti. Defne'yle Şebo'nun yanına geçiyorum, çocuk gibi soğuk ve sıcak su savaşı yapıyoruz. Kakır kakır gülüp, tüm hamamı çınlatıyoruz. Bu arada yeni açılan havuz ve jakuziye de bakmak lazım değil mi? Her ikisi de çok ufak, havuz maksimumda 6 kişi alır, jakuzi de 3. 10 dakika geçti daha fazla duramıyorum, burası daha sıcak,  bacaklarım da şişmeye başlıyor. Hemen kaçmam lazım burdan, bunaldım.

Ara holde, havlulara sarınıp  Çamlıca gazozlarımızı içiyoruz. Hafiften kendimize gelince ana bekleme salonuna geçiyoruz. Biraz daha oturup lak lak etme vakti artık eh biraz da foto çekelim değil mi?
hamam gülleri
çemberlitaş'ta şen kahkaha

Defnem çok rahatladı.
Sakin sakin otururken bir anda birisi bağırmaya başladı, neymiş efendim, maniküre müşteri gelmiş de neredeymiş, kim almış, anlayamıyormuş falan filan. Ortamı gerdi, geçirdi gitti. Yahu bu ne demek şimdi, ne anlamı var? Bir ben oraya rahatlamaya gelmişim, beni gereksiz yere germe. İki oradakilerin hepsini turist zannetme, zannetsen de senin bu gereksiz agresifliğinin anlaşılmadığını düşünme. Ben bu kadar parayı senin cırtlak sesini dinlemeye gelmedim, zaten kirin hepsi çıkmadı huzurusuzum, bir de seninle uğraşmayayım. Uyuz oluyorum bu tip hareketlere.
Söyleyin artık bağrınmasın, germesin beni.
 
Abla bizi gerdi ya artık daha fazla kalmanın anlamı yok, giyinip çıkalım artık buradan da bu saçlar nasıl kuruyacak,  amaaann... Zaten hala başım dönüyor, ne içtim ben dün gece ya, ne içtim?


Çaresizce saç kurutma makinesiyle uğraşıyorum ama kurutmayı bırakın saçımdan damlayan sulara bile engel olamıyorum. Vazgeçip doğruca çıkışa yöneliyorum ki, çizmeleri giymediğimi fark ediyorum.. Hah aha çok eğlenceli ya, hala sarhoşum.

Artık dışardayız, evlere dağılma vakit geldi, ak pak.
Kiri attık Çemberlitaş'ta

Şöyle bir gideyim ben anama doğru. Yatarım anamın kucağına, alır beyni koynuna sallaya sallaya uyutur. Verir bir tas çorba, ohhhh değmeyin keyfime.

Yollar bomboş, bulutlar kaplamış her yanı, arabanın camında yağmur taneleri. Kadınlarım ve ben arabadayız. Şöyle bakıyorum etrafıma, derin bir ohhhh çekiyorum. Hayat bana güzel, seviyorum.

İstanbul benim
Sahilde elele yürür bazıları, bazıları da izler.