30 Ağustos 2010 Pazartesi

Tom Tom Sokak ve Postacılar Sokak

26 Ağustos 2010, Perşembe

İki gün üst üste Sultanahmet civari biraz fazla geldi. Daha farklı bir yerlere gitmek lazım artık, gerçi hala bitmedi tarihi yarım ada listem.

Bakalım nereleri var.. Hmmm, Galata tarafı uygundur, tamam. Öncesinde Pera Müzesi'ne gidilir ve bir görev daha yerine getirilir.

Yavaştan hazırlanıyor ve çıkıyorum evden. Cihangir caddesini, sonra Susam sokağı da geç, Firuzağa'ya doğru aynen devam.  Çukurcuma'dan aşağı iniyorum, Tophane'ye doğru, sokak cıvıl cıvıl, eskiciler, antikacılar, tasarımcılar, sokakta seksek oyanayan ve küfür eden çocuklar.

İtalyan Lisesi'nin oradan hemen dönüyorum sağa. En sevdiğim mahallelerden birindeyim su an. Tom Tom Sokak.

Burayı Candas sayesinde kesfettim ve  daha 1 sene bile olmadı sanırım. Bir gün ben işten çıktım, sanırım Candaş da stüdyoya doğru gidiyordu. Gel Postacılar'dan inelim dedi, sana cok güzel bir ev de göstereceğim.. Ben ağzım açık yürüyorum, o daracık sokaklar, evlerin ve yerlerin karakteri.. Kedileri, rutubeti, sarmasiklari, sessizliği...  Evin için o sırada göremedim gerçi ama sonrasından hayran kaldım.
O günden sonra hem işe en kestirme yolum oldu hem de geçerken oradan gülümsediğim yegane yerlerden biri.

Bugünse Tom Tom'dan girip ,Postacılar'dan yukarı çıkacağım. Solumda İtalyan Lisesi ve konsoloslugu, sağımda eski binalar ve Hotel Dakar Italia.


Normalde sokak trafiğe kapalı, o fıst fıst inip kalkan şeylerden var. Nedense sanki ben oaradan geçerken inmesi ya da kalkması gerekiyor ve her seferinde korkuyorum. Birisi bilerek mi yapıyor?

Sokağın ilerisinde sağda Tom Tom Suites var, çok merak ediyorum burada kimlerin kaldığını. Sanki hiç iş yapmıyormuş gibi geliyor ama çok şık bir otel. Bir sefer de içine girip bir "drink" almayı düşünüyorum. Listeye bunu da eklemeliyim.

İtalyan konsolosunun ikamet ettiği binayı da geçince en sevdiğim alana geliyorum.

Postacılar sokağının dili olsa da konussa keşke. Kimler ne halde geçiyor buradan, kimler yaşadı kimler yaşıyor? Geceleri merdivenlere kurulan ayyaşlar, junkieler ne konuşuyor ne hayal ediyor bu sokakta.
İtiraf ediyorum ben hava kararınca buradan geçmekten korkuyorum hatta bazen kararmasına bile gerek yok. Genelde kimse olmadığı için eğer tekin olmayan birilerini görürsem üç buçuk atıyor, wallahi yalan yok.
Gittikçe daha ödlek biri haline geliyorum sanırım, yıllar oncesinin cesaretinden eser yok. İnsanlardan ve bilinmeyenden daha çok korkuyorum gün geçtikçe, güven kısmını hiç açmayayım bile. Taksiye binmek, çok geç saatte sokakta tek başıma yürümek, off.  Ben mi değiştim çok yoksa dışarısı daha mı tehlikeli artık?

Bu güzelim sokakta en sinir olduğum şey, her seferinde ya bir bira şişesi, kutusu ya da yiyecek artıkları olur o en sevdiğim binan giriş merdivenlerinde. Genelde o korktuğum kişiler de burada muhabbetlerini eder zaten. Önlerinden her geçtiğimde kendimden emin havamı takınırım, sanki bu beni kurtarabilecek.
Hayret bu sefer temiz, şaşırıyorum ve de utanıyorum, hep kötüyü düşünüyorum diye.


Ama iki adım daha atıyorum ve yanılmadığımı görüyorum. Hah ahhaha, beni yarı yolda bırakmaz İstanbul'umun öküz insanı, onlara güvenim sonsuz.


Nefret ediyorum ve utanıyorum. Hiçbir şeye saygısı olmayan insanımdan utanıyorum, kendini ve etrafını temiz tutamayan insanımdan.  Gloria Jeans'ten kahve ya da meyve salatasını alıp yemeyi, sevgilisiyle oynaşmayı bilen  ama sonrasında  pisliğini kapayamayan insanımdan. Ve benim/ bizim bunları değiştirecek hiçbir şey yapmamızdan.
Okuldaki öğretimden, ailelerdeki eğitimsizlikten utanıyorum.

Boğazımda yumruyla yokuş yukarı devam, artık sinirden gözüm karardı çok iyi bakamıyorum etrafa ama geliyorum sokağın sonuna doğru ve kediler mama kaplarından suyunu içiyor, yemeğini yiyor, gülümüyorum, tüm sevgim onlarla şu an.
Peki, neden benim evin önüne koyduğum her su kabı ertesi gün kayboluyor, kim alıyorsa bilsin ki hayır dualarımı kendisinden hiç eksik etmiyorum!

Hollanda Konsolosluğu'nun da arka kapısınının yanından geçtikten sonra Beyoğlu'na İstiklal Caddesi'ne çıkıyorum, sıcak ve kalabalık. Kendimi iyi hissettirmiyor bu kalabalık, aslında burada olmak bir şekilde iyi hissettirmiyor, hayırdır insallah? 
Hemen ara sokaktan Tepabaşı'na doğru geçiyorum, acilen Pera Müzesine ulaşmam gerekli ki gerçeklikten, içimi acıtan şeyden uzaklaşmalıyım...

29 Ağustos 2010 Pazar

Can Restoran ve eve dönüş

25 Ağustos 2010, Çarşamba

Ayasofya Müzesi'nden çıkınca hemen Sultanahmet meydanını geçiyor ve yiyecek bir şeyler arıyorum. Hah, Can'dı restoranın adı, tam da gitmek istediğim yer, tarihi bolkepçeci. Şöyle bir bakıyorum yemeklere, pek iç açıcı değil ama köfte yemek istemiyorum. Hmmm, neler olabilir, bakalım? En olabilecekleri söylüyorum, az mercimek çorbası, biraz pilav ve bamya.
Amanın o da ne, pilav'ın her tanesinden vıcık vıcık yağ damlıyor, kalsın kalsın. Ben cacık alayım.

Yerime geçip, çorbadan bir kaşık alıyorum. Uffff, yahu bir mercimek çorbasını doğru düzgün yapmak ne kadar zor olabilir. Kırmızı biberi ve limonu boca ediyorum, bana mısın demiyor. Sıra bamyada, korkuyorum denemeye ve haklıymışım, çok feci. Kırmızı biber, karabiberle gözümü karartıp biraz yemeye çalışıyorum. tek sebebim "Dilekçim, uzun zamandır sebze yemiyorsun, ne kadar kötü olsa da ye!". İyi ki cacık almışım, yoğurt ve  hıyar, bundan iyisi can sağlığı. Utanmasam içine ekmek doğrayıp yiyeceğim.

Bu sırada gözüm yan masadaki 3 genç Japon hatuna takılıyor. Önlerinde 7-8 çeşit yemek var. Neredeyse herşeyden almışlar.  O kadar kötü yiyorlar ki herşey parça pinçik, ekmeklerin içi yenmiş, kabuklar duruyor. Hem yeme şekilleri hem de yedikleri şeyler yüzünden benim midem bulanırken, onlar çok mutlu.

Bu muazzam yemek için ödediğim ücret 12,5 TL. Aslında normal bir fiyat ama yine de feci kazıklanmış hissediyorum, tadlarından hoşlanmadım. Bahşiş bırakmadan ayrılıyorum. Büyük ceza verdim ve bir daha da gitmeyeceğim.

Dönüş yolundayım ve kesinlikle tramvaya binmeyeceğim. Gerçekten en son istediğim şey, tanımadığım insanlarla haşır neşir olmak, hem de haddinden fazla. gereksiz alışverişte bulunmaya gerek yok.

Yürüyorum ufak ufak, etrafa bakına bakına. Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci.

Bir kebapçıya gözüme takılıyor.. Tam girişe 2 tane şirin mi şirin oyuncak koç koymuşlar ve içerde müşteriler et yiyor. Barbarız biz ama tatli barbarlar.  Hayatta yiyemem orada, mesela kuzu şiş. Hem oyuncak koy, durumu olabilecek en şirin ve çocuksu hale getir, sonra da şişte servis et, yok artık.

Sirkeci Gar'ının orada, adamın teki yerleri çekiyor, hahah a bir manyak daha, yere takılmış, taksi tekeri ve asfalt. Sevdim adamcağızı bir an, yakın hissediyorum kendime, gel sarılıcam.

Sirkeci ışıklardayım, trafik ise kaotik. Oh be, iyi ki yayayım. Ama aklım bir an scooter'um olsa, acaba hangi boşluklardan kaçardım hesabına gidiyor. Tatlı hayaller bunlar, ahh ahhh...

Balık ekmek kokuları arasında köprüye ulaşıyorum, bir gün gözümü karartıp yiyeceğim. Buradan sonra istikamet Karaköy. 
Köprüden geçerken, fark ediyorum ki beynim içinde günlük işlerin karmaşası var, heyheler gelmiş yine. Ve ben somurta somurta yürüyorum, ayaklarıma baka baka. Bir anda ayıldım, orada olma sebebim farklı, hemen kafamı kaldırıyor ve bakınıyorum. Manzaramda vapurlar, motorlar, deniz, güneş, kuşlar ve minareler. Derin bir nefes alıyor ve gülümsemeye başlıyorum. Unutmamam lazım nerede olduğumu ve olduğum yerden zevk almayı.



Yürürken yabancıları inceliyorum, yürüşlerini, kıyafetlerini ve nereli olduklarını tahmin etmeye çalışıyorum. Özellikle hatunlara takılıyorum. Yaa anlamıyorum, ne kadar pürüssüz tenleri var öyle ve de nasıl bu bronz, altın rengini alabiliyorlar, ne kullanıyorlar? Ben de istiyorum.

Köprüyü geçtim ve karşıya geçmem gerekiyor. Ama tam bir karmaşa, yer altı geçidini kullanmak istemiyorum zira oradaki herşeyi alasım geliyor, ütüden tut pile kadar. 
Bu arada sürekli kendimi fotoğraflama çabasındayım, ehhh yalnız olunca böyle komik hallere düşüyorum ister istemez..
Hahahah a çantam yüzünden gayet hamile gibi çıkmışım.



Tramvay  yüzünden artık olmayan kaldırım tarafında yürüyorum, yani Karaköy-Kabataş yönünün sol tarafındayım. Dükkanlara, etrafa insanlara bakıyorum. Herkes ne kadar farklı ve ne kadar aynı. Onlarla aynı dili konuşmuyor ve güvende hissetmiyorum yanlarında. Her an birisi çıkıp, lafa atacakmış gibi geliyor.

Kafayı biraz yukarlara kaldırınca, sokak aralarından geçmiş beni selamlıyor, çirkin binaların arkasından göz kırpıyor, acaba bu fotoğraftan anlaşılabilecek mi?

  
Son 2 hafta içinde bu yoldan ne kadar çok geçtim, kendimi caddenin delisi gibi hissediyorum, yakında esnafla selamlaşmaya da başlarım.

Eve gitme vakti geldi, offf yine mi Tophane'den yukarı.. Şu İtalyan yokuşu beni mahvediyor ama en kesitirme yol, bir de herhalde bu kadar yokuş yukarı çıkmak kalçam için de bir işe yarıyordur. (yaramamışsa da lütfen bu konuda yorum yapılmasın (: )

İtalyan Hastanesi'nin önünden geçerken, geçen gün başıma gelenleri hatırlıyorum;
Bodrum tatili sonrası ayağımda çıkan iki garip noktacık için Alman hastanesi yerine İtalyan'a gideyim dedim, farklı bir şeyler yapmaya çalışıyorum ya, bir de hep merak ederim nasıl bir hastane burası diye... İçeri girdim ve  lobide uyuyan doktorla ve hemşirelerle karşılandım. Noluyo ya derken, kameraları gördüm, sanırım burası sadece bir dekor hastane..
Uzaktaki danışmaya gittim ve bu hastanenin onkoloji dalında uzman olduğunu, cildiye olmadığını öğrendim ama o konuda da şüpheliyim, sanki hiç hasta yok ve burası hayaletlere dolu. Ben de, el mahkum Alman'a doğru ilerledim...

Sonunda yokuşu tamamlıyorum ama eve gidecek durumda değilim, çok sıcak ve tuvalet molası lazım. Defne evde mi acaba? Ohhh evet evet, evdeymiş...

27 Ağustos 2010 Cuma

Ayasofya Müzesi

25 Ağustos 2010, Çarşamba,


Sultanahmet meydanında yürüyorum,etrafıma bakınıp, insanları inceliyorum.
Hava gerçekten sıcak, güneş dikey ışınlarla beynimden içeri süzülüyor. Su içmek istemiyorum ama  Ramazan ya yapamıyorum, hala bu kafadan sıyrılamamış olmama gülüyorum. Ne yapalım, ben de buyum.


Sağımda Blue Mosque (turisitim ya), en kısa zamanda buraya da geleceğim ve sadece kendimle bir sure oturup, kendimi dinleyeceğim (sanki son zamanlarda hiç yapmadığım şey)


Hemen karşımda Aya Sofya. Şöyle bir bakıyorum, hmmm en son ne zaman geldim acaba? Hatırlamıyorum, kaç kere gelmiş olduğumu hatırlamadığım gibi.
Az kovalamadı rehberler beni yabancı müzik gruplarını gezdirirken, hikayeyi anlatıyorum diye. Ben de ne  hangi akla hizmet detayları anlatıyorsam, sanki çok iyi biliyorum ya.


Ayasofya'nın dış kapısıdayım, elimde Müze Kart'ım  yeni bir Japon turits kafilesinin arasında içeri girmeye çalışıyorum. Bayagi cabbar çıktı yanımdaki yaşlı Japon teyze, aradan sıyrıldı ve benim önüme geçti. Güvenlik kotrolünden geçtim, turnikedeyim ama kartımı okumuyor, neden diye baktğıımda elimde Bilgi Havuz Kartı'nı tuttuğumu görüyorum. Hahahahha, dış kapıdaki adama da bilet almayacağım kartım var diye bu kartı sallıyor olduğum aklıma geliyor, hahahaha.


Ayasofya'nın ana kapısından onlarca turistin arasında girdim sanırım Amerikalı ve İtalyan karışık. Kendimi yakın hissettim, bir gece önce yedeğim tabak tabak makarnadan olsa gerek.


İçeri girdiğim anda gözlerim doluyor ve çenem hafiften titremeye başlıyor. Ağlama isteği yoğun bir şekilde boğazımda düğümlenmiş durumda, hayırdır inşallah.  Derken içeri daldım. Kalabalık, hem de çok. Bu durumdan hoşlanmıyourm ama bu sefer korkmuyorum. Tek başıma rahatça bu kalabalık arasında gezinebilirim. Yandan yandan ilerliyorum, aha dilek taşı, amaan geç Dilek geç, ne işin var!


Farklılık var salonda, çok büyük.. Ana, o devasa iskele kalkmış en sonunda, hmmm yakışıklı olmuş her yer, Daha önce görmedim ben buraları. Hızla  ilerliyorum önlere doğru, elimde emektar Iphone'um, başlıyorum çekmeye. Etrafımda canon'lar, samsung'lar, olsun yılmıyorum.. Artık alıştım duruma.






Ağzım açık tavanlara, duvalara baka baka ilerliyorum. Gözümde gözlük var ama onun üzerinden baktığımı fark ediyorum. Üzerinden bakmamak için kafamı daha da yukarı kaldırıyorum, aman Allahım daha embesil görünebilir miyim acaba?


Ağlama duygusundan sonra, o tanıdık sinir hali geldi. Bri an hiddetleniyorum çok, tarihin ve başka olanın  üstünü kapamalarına, kendinden önce geleni  yıkmalarına, karalamalarına. Ama bu yapılan işleme, özene de hayranlık duymamak elde değil ki? Nereye bakarsan bak, mozaik olsun, haç olsun, Allah'ın adı olsun, Hıristiyan olsun, Müslüman olsun büyük saygı ve sahiplenmek var. Doğru ya da yanlış, sadece sonuca saygı duyma halindeyim şu an.




Sonradan eklenen yapıların içinde ağzımı açık bırakan tek bir yer var, Sultan 1. Mahmud tarafından yaptrılan kütüphane. Duvarlarındaki çini işlemelere dokunmak, onlara sırtımı yaslayıp, kedilerim de iki yanımda kitap okumak istiyorum. O kadar da çok bir şey değil gerçi ama giremiyorum ki içeri. Burnumu dayamışım cama sadece bakıyorum. Fotoğraf çekesem de anlaşılmayacak ki, tüh ya.


Burada işim bitti, üst galeriye doğru çıkmak için ilerliyorum. Tam çıkarken, kapılardan birinin üstünde iki tane güvercin oynaşıyor. Onları izliyorum bir süre, nasıl da aldırmadan kurlaşıyorlar öyle. 

Üst galeriye çıkmak için  bir  rampdan geçmek zorundayım ve hatırlıyorum ki bu alan benim en sevdiğim yerlerden biriydi. Yerdeki taş döşeme benim için çok özel. Yıllar içinde aldığı görünüm çok şık. Ve hepisinin üstünden geçen binlerce yıllık tarihi düşününce hele. yerelere kadar sürünen etekler, tıkır tıkır ayak sesleri, yük aranasını çeken nal sesleri ve gücün altında ezilen ama hiç kırılmayan taş döşeme.






Rampayı çıkıyorum, ayy bitmek bilmiyor ama şükürler olsun burası çok nemli ve kalabalık değil. Hiç inen yok.

Üst galeriye ulaşıyorum ve hemen sola dönüyorum. Trabzanlara yaslanıp aşağıdaki insanları ve etrafı izliyorum. Mermer trabzanların önündeki ahşap trabzanlar ve onların üstündeki kandil konulması için yapılmış paslanmış halkalar. Aniden elimde toz bezi, etrafa girşme isteği duyuyorum..


Bir tane fotoğraf sergisi var, Ayasoyfa fotoğrafları, öylesine bir bakıyorum. sol kolda ilerlemeye devam da bi anda çıkışla karşılaşıyorum. Allahım yine mi, gerisin geri dönüyor ve küfrediyorum. Yahu kafam nerede, Dilek hep sağdan. sağdan....


Karşı balkonda güneş pencerelerden süzülüp yerleri yalıyor, mermer taban. temiz, ferah...
Herkesler basıyor yere ama bakmıyor. Ufak ayaklar, büyük ayaklar,  Fransız manikürlüsü,  çocuk arabası, anaaa kovboy çizmesi. Kovboy çizmesi? Hemen sahibine bakıyorum, galiba bir çeşit ünlü amcam çünkü yanında biri de sürekli kameraya alıyor onu, herhalde bir proje için özel. Neden burada hiçbir fikrim yok ama olsun varsın o da gelsin.



Pencerlerden dışarı bakıyorum, harika bir manzara. Aslında boyum yetmiyor tabii ki, ayak ucundayım. şansımı deniyor ve bir fotoğraf  çekiyorum. Sonuç, leş :)


Ahh be anacım, ne yaptın sen Tarık ya? Böyle de olmaz ki, cık cık. Yawrum, senin hiç mi saygın yok ama cesaretin karşısında hürmetle eğiliyorum. Acaba Tarık Alp şimdi kaç yaşında?


Burada müzede herşey düzenli görevliler sizi yönlendiriyor. Giriş çıkış ayrı kapılardan. O eski kargaşa yok artık.

Çıkış kapısına doğru ilerliyorum ve işte ilk kez geçeceğim bir yer daha. Arka taraftaki, iniş rampası.
Burası daha sıcak ve nemli. Çıkarken kullanılan rampa kadar ilginiç değil ama Ok.

Şimdi Ayasofya'nın bahçesindeki dinlenme alanındayım. Defterimi açıyorum, en sonunda yakabildiğim sigaramı, serin serin içiyorum.  Bir şey almak istemioyurm cafeden, herhalde sorun çıkarmaz kimse.

İçerde gezinen çeşit çeşit insanı düşünüyorum bir anda. Ne kadar garip bir şey, hayatlarımızı bu kadar farklıyken, tek bir mekanda aynı amaç için oradayız. Merak ve görme isteği. Sonuç aynı mı bilemiyorum ama bir çoğu ile aynı şeyi hissettiğimden eminim şu an, hepimiz aslında hiçiz.

Muzzam çinilerle döşenmiş kütüphanede aklım hala, neden giremiyorum ki?

Yine acıktığımı fark ediyorum. Bu yaz sıcaklar yüzünden gündüz vakti yemek yiyemiyorum ama serinlikte acıkıyorum tabi. Biraz sağlıksız durum ama kilo da vermedim değil. Şikayet edemeyeceğim.

Bu sefer Sultanahmet'de yemek yiyeceğim. Şurada bir bolkepçeci vardı, bakayım bir ne durumda..

Türk ve İslam Eserleri Müzesi

25 Ağustos 2010, Çarşamba


Önceki günün yorgunluğu ve onu izleyen uzun bir gecenin ardından ancak saat 14:30'da evden çıkabiliyorum.  Güzergah yine aynı, Sultanahmet civarı.


Fındıklı'dan tramvaya biniyorum, elimde İstanbul kitabım, acaba hangi durakta inmek daha makul diye bakınırken, uzaktan bir ses "Do you need help?" bende ki cevap "No, thanks". 
Hahahha ne diye İngilizce cevap veriyorsam, gülüyorum kendi kendime, ama artık resmi olarak ben bir Turist'im ..

Sonra adam geliyor yanıma ve soruyor, "Are you Italian?" Gururum okşanıyor ne yalan söyleyeyim ama uzatmayalım artık. "Yok, Türk'üm ben !"
Ehh, doğal olarak adamın ilgisi değişiyor ve ben adamdan da uzaklaşmak için hemen boş koltuğa doğru ilerliyorum. Eee, yaş da artık geldi, öyle saatlerce ayakta duracak bir lüksüm yok, oturacağım tabii ki.


Kitapta detaylara bakarken müzelerin 16:30'da kapanacığını fark ediyorum, saate bakıyorum 14:35. Eyvah, nasıl yetişecek hepsi, malum panik hali, üfffff yine mi?


İtili kakıla iniyorum Sultanahmet durağında.


Hava haddinden fazla sıcak ve ben bu daracık kot şortla ne yapıyorum, her adımda üzerime biraz daha yapışıyor sanki, imdat. Allahtan akıllılık edip, Shantaram'ı evde bıraktım yerini daha ince bir kitap aldım, okuyabileceğimi pek sanmıyorum ama.

 
Hmmm, acaba müze nerede? Sormam gerekiyor ve hemen karşıdaki büfe'ye yönleniyorum.
"Afedersiniz, Türk ve İslam Eserleri Müzesi ne tarafta?",
"Parkı geçin, sağda, hemen şu binanın arkasında"
"Teşekkürker, adliyenin arkasında yani.."
"Evet"


Eh be Dilek, adam söylüyor işte parktan aşağı in, ne diye ben buraları bilirim edasında burnumun dikine gidiyorum. Ne o adliyenin arkasıymış.

Adliyeyi geçtim, sola döndüm ve kayboldum. Bu sırada sürekli telefonda konuşuyorum, hala konu noter işleri.
Tekrar soruyorum birisine, o da bilmiyor, başkasına soruyorum ve adamcağız tam arkamdaki binayı gösteriyor. Tam arkam diyorsam da arada bir meydan mesafe var yani, görmemem çok normal de yine de  söyleniyorum kendi kendime "yahu, elin turisti, tee Avusturalya'lardan gelip buluyor da ben bir müzeyi nasıl bulamıyorum? "

İçeri giriyorum, yine öylesine bir güvenlik kontrolü ve Müze Kart'lı olmanın guruyla emin adımlarla ilerliyorum.

Müze binası, Doğu Roma İmparatorluğu  hipodromunun üzerine inşa edilmiş, bunu bilmek bile daha da değerli olmasına yetiyor. Hayret, heryerde yönlendirme var, şahane. Merdivenlerden çıktım, bir avlu kaşıladı beni. Avlu, vakur bir edayla beni selamlıyor, "ooo Dilek Hanım uzun zamandır sizi bekliyorduk, hoşgeldiniz".


Ana bina girişinin hemen yanında cafesi de var, mola vermek için güzel olabilir ama pek vaktim olamayacak, zaten bu sefer suyum yanımda ki bugün haddinden fazla tüketmek zorunda kalabilirim. Ahhh bir önceki gece,  ah ahhh...


Merdivenlerden çıkıyorum, hala her yerde yönlendirme var, sanırım benim geleceğimi farketmişler.

Ana koridor serin denilebilir ama ufak odalara girdikçe ağır bir sıcakla karşılaşıyorum. Acaba eserlerin korunması için seçilen bir derece mi yoksa havalandırma eksiği mi? Cevabını bilmiyorum ama nefes almak bile çok zor o esnada, eh bu durumda benim konsantrasyon yerlebir etti, dağıldım gittim. Kendimle mi uğraşayım, eserlere mi bakayım?


Şimdi bir ana koridor var ve her iki yanında sergilenen eserler: kaide üzerinde, duvarda. Bir sağa bir sola bakıyorum, okuyorum anlamaya çalışıyorum. Wallahi bu iş zor iş, emek istiyor, mesai istiyor. Bilgi istiyor en önemlisi.

Odacıklar koridorun sağında kalıyor ve çoğunluğu birbirine bağlı, ara kapılarla. Atlamadan gezmeye çalışıyorum da kolay değil. Bir oda bitiyor ve yine koridora çıkıyorum, bu arada odayı gezerken koridordaki arka kısmını görmemiş olduğum için tekrar geri gidiyorum, Bir ileri, bir içeri, bir dışarı, bir geri...Şaşırmıyorum artık, eksik bilgilendirmelere ve boş kalmış vitrinlere. Bunun kesin bir anlamı olmalı. Müzecilikte çığır açacağız, "Boşlukları doldurun, 17 hatayı bulun, ömür boyu müzelere bedava giriş hakkını kazanın".  



Gezenin dikkatini ve sabrını ölçmek üzere yapılmış bir özel çalışma aslında.

Dikkatimi çekiyor, çok fazla yabancı turist yok ve genelde yerli, belki de bana denk gelmiyor. Kim bilir?


Yüzlerce eser var, asırlık mimari örnekleri, kitabeler, yazıtlar, sikkeler, taş işçiliği, çiniler,  var da var, say say bitmez. Ama benim en çok ilgilendiklerim muazzam kapı ve pencere örnekleri oluyor.
Ahşap oymalar, dökme demir  kapı kolları, binlerce kez kullanılmış anahtar delikleri.
Hepsinin hikayesinin içinde ayrı ayrı kayboluyorum. Ahşap işçiliğinin ustalığı karşısında hürmetle eğliyorum ve tabii ki hepsine tek tek dokunuyorum. Zafer!

Aklıma Tunus geliyor. Orada da herkes manzara fotoğrafı çekerken ben kapıları çekiyordum, acaba ne demek, küçükken kapı arasında mı sıkışıp kaldım da çözemediğim bir olay mı var?



Sıra halı kısmına geliyor.  13.yy'dan kalma halılar, paramparça, hem kullanılmaktan yıpranmışlar hem de zamana yenik düşmüşler
Dilleri olsa da konuşsalar, bize hikayeler anlatsalar. Kimler yürüdü üstlerinde, kimler raks etti, ne kadar kan aktı, kim kimi dövdü. Geçmiş zamana kaymışım bir kere.

Renklerin karşısında nutkum tutuluyor ama onlara dokunmaya kıyamıyorum, zaten izin de vermiyorlar.
O kadar narin ve kırılgan görünüyorlar ki, elimden sadece fotoğraf çekmek geliyor ve tabii ki başarısız, istediğim şekilde olmuyorlar ama yılmak yok.


Bu arada sanırım bu link'te çok daha iyi resimler bulunabilir. Hıh...


Bu arada halıların sergilendiği salonun da ihtişamı anlatılamaz, serin, ferah.. Tavandan tabana görülmesi gereken bir yer.




Aaaaa çıkış kapısı, hayırdır, erken bitti yine... Saate bakıyoruz 15:15, super..
Kapıdan çıkınca, muazzam bir manzara ile kaşılaşıyorum. Yahu ne kadar zevke sefaya düşkünmüş bu Osmanlı'lar, helali hoş olsun.




Merdivenlerden inince hemen Etnoğrafya kısmına denk geliyorum, olley zaman var, gezebileceğim.

Bu kısımda Anadolu'ya ait yaşam şekilleri ve kadınlarımız var. Yörük çadırından Bursa'daki bir yöresel ev'e kadar bir çok farklı kırsal yaşam canlandırmalarının  olduğu camekan bölümlerden oluşuyor.
Halı, kilim dokuma ve kök boya üzerine detaylı bir bilgilendirme, gayet şık. 

Sergi sonunda İstanbul'daki bir ev içi gösteriliyor ve benim gözüme çarpan detay, mankenlerden birindeki kırmızı çarıklar. Sanki bana yanlışmış gibi geliyor, bunu da araştırmam lazım. Yani modern çizginin altında bu çarıklar daha kırsal bir tarzı yansıtıyor.



Bursa'daki yöresel ev canlandırmasında herşey çok güzel  de şu hasır sepetteki meyvelerin ne işi var? Yani tabii ki meyve yemek onların da hakkı da keşke daha iyi bir maket koyulmuş olsaydı, çok sırıtıyor.



Bu arada iki bayan güvenlik görevlisi sergi içinde volt aatıyor ve ağır dedikodu yapıyorlar, elleri tam arkada bellerinde. Bir yukarı, bir aşağı. Zor tuttuyorum kendimi "yok yok, hanımlar boşuna uğraşmayın, kesinlikle değiştiremezsiniz! " dememek için. Sana ne Dilek, sana ne?

Etnoğrafya'yı da bitirdikten sonra avluda geziniyorum daha başka görmem gereken yer var mı diye. Her kapıya bakıyorum, biri müdüriyet, biri depo. Ahaaa, bir kapı aralık ona doğru ilerliyorum, içerde temizlik mazlemeleri falan var, merakla bakıyorum. Önümde koskaca yazan "görevliler dışında girilmez" levhasını farketmemişim ama bir görevli gösteriyor.
Anlaşıldı artık burada işim bitti, yavaştan çıkayım ben. Yönledirmeleri takip ederek ilerliyorum. İkinci adres Ayasofya Müzesi, ileri.

Saat 15:30, sadece 1 saatim var...













26 Ağustos 2010 Perşembe

İstanbul Modern Müzesi, Hüseyin Çağlayan ve Murat Germen

 24 Ağustos 2010, Salı

Başarısız noter işlemlerim sonrası, hızla İstanbul Modern Müzesi'ne doğru ilerliyorum. Bu sefer yalnız olmayacağım, arkadaşımı bekliyorum, güvenlik kapısını da geçtikten sonra. Telefonu da yok yanında, zorraki bekliyorum, durumdan rahatsızım. Cep telefonsuz zamanları düşünüyorum, nasıl da alışıyoruz herşeye.

Şuursuzca yaptığım günlük gezi planının ne kadar yanlış olduğunu fark ediyorum, üstüne üstlük bir de atladığım müze var: Türk ve İslam Eserleri Müzesi. Sonrası için daha sakin plan yapmak gerek, nedir canım bu agresiflik. Hemen herşeyi yapmam lazım ya, yok öyle Dilekçiğim, herşeyin bir zamanı var, yavaş yavaş, akışına bırak... hah şöyle.

Saygıyla eğiliyorum yurtdışından gelip, durmadan gezen turistlerin önünde. Bir de üstüne para veriyorlar.

İstanbul Modern'e gelme sebebimiz zat-ı muhterem, başarılı tasarımcımız Hüseyin Çağlayan ile haşır neşir olmak. Neden tasarımcımız diyorum ki, Kıbrıslı değil mi?  Acaba Kıbrıslı'lar da benim için, bizden diyor mudur?

Saat 16:45 ve müze saat 18:00 da kapanacak hafiften panikliyorum, en son Arkeoloji Müzesi deneyimi sonrası herşeyden korkar oldum, zaman kontrolu sıfır.
Hah, Başak da geliyor.. Giriş ücretlerini ödüyor (kişi başı 10 TL) ve  4 TL'ye telefon alıyoruz zira sergilenen eserlerin, nedenini ve nasılını dinlemeden anlayamazmışız, konunun derinine inemezmişiz. OK, tamam da keşke almasaymışız.

Müzenin giriş katı, ilk sergi "Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar". Kontrolü Başak'a bırakıyorum, o kadar bitkin ve tükenmiş haldeyim ki konuşamıyorum bile. Sergi içeriği ile afallıyorum, seçmem lazım. Hüseyin Çağlayan mı burası mı? Tabii ki ağır basan taraf Hüseyin Çağlayan, ne de olsa kostüm  var, moda var, tasarım dehası var. Onunla tanışmalıyım. Başak yine de hızlıca gezdiriyor beni ve karar veriyorum ki bu sergiyi ayrıca gezmem gerekiyor. Hemen plan yapıyorum Perşembe buradayım diye

Hızla asma merdivenle alt kata iniyoruz. Cansız mankenler karşılıyor, muazzam bir sunum. Ayırca hemen karşımıza bir defile düzeni çıkıyor, hemen telefonu alıyor ve kodu tuşluyorum. Anlatıyor tatlı tatlı telefondaki ses. Sergilenen her detay için ayrı bir anlam yüklü, iyilik kötülük, Tanrı'ya ulaşma çabası, başarısızlık, ölüm, hayat ve de koleksiyonun özü. Burası tamam sorun yok, devam.

İçeri geçiyoruz, sanırım benim şimdiye kadar gezdiğim en güzel sergi sunumuyla karşı karşıya olabilirim. Herşey milimine hesaplanmış, temiz ve ferah. Merak uyandırıyor. her eserin önünde duruyor ve telefonu tuşluyoruz. Anlattıkça anlatıyor, o anlattıkça ben geriliyorum ve olaydan gittikçe uzaklaşıyorum. Bir de o kadar soğuk ki, titreyeceğim utanmasam, ayak parmaklarım hafiften renk değiştiriyor, beyaza çalma durumu. Aslında sergiyle bağdaşıyor, saf ya beyaz...

Sürekli herşeye dokunma isteğim var ama yasak. İyi de bunca farklı malzemeyi hissedemezsem ne anlayacağım ben. Yoksa yasak değil mi?

Adama hayran kalmamak ede değil, muhteşem bir matematik zekası var, gereğinden fazla hatta. Ama bir kere uzaklaştım herşeyden. Telefondaki hatun konuştukça ben olayın içine girmek yerine kaçtıkça kaçıyorum. Çok uzun anlatım, kullanılan iğne ve ipliğe bile neredeyse bir anlam yüklenmiş durumda. Tanrıya ulaşmaktan başladık, Amerikan yerlilerine kadar geldik. Oradan hıza, araba parçalarına, hareketsizliğe, değişime ve sözlerin kıfayetsizliğine. Kimliksizliğe, göçmenlere, bir ben yoktum konularında içinde. Evet bir ben yokum, asıl ben değil miyim önemli olan, nerdeyim ben?

Bir anda farklı bakmaya başlıyorum bütüne ve mutlu değilim sergiden. Belki de daha cok mu okumam, bilmem lazım anlayabilmek için de var birazcık konular hakkında bilgimiz. Bir taraftan da düşünüyorum ki bir şeyi anlatabilmek için bu kadar çabaya gerek olmamalı. Karşındakinin hissettiği ve aldığı kadardır yapılanlar. Sanki bir derdi var anlatanın. Keşke sadece geziyor olsaydık dinlemeden, kısaca kullanılan malzemeler yazsaydı etiketlerde.

Hızlıca dolaşıyoruz, yine arada dinliyor ve yorumlar yapıyoruz ama büyü bir kez bozuluyor ya yerine gelemez artık. 24 Ekim'de sonlanacak sergi belki yine gelirim ama kesin bir Perşembe günü olmalı zira 10 TL daha vermeyi pek düşünmüyorum.

Hakkını vermeliyim ki sunuş olarak sergi muazzamdı. Sergilenen kıyafetler akıllıca seçilmiş, komposizyonlar şık. En beğendiğim Ambimorphous sunumu, sade ve ilk bakışta anlaşılıyor. 


Genelinde ise kafam karışıyor, acaba Hüseyin Çağlayan giyen kaç kişi Amerika'nın haksız politikasından haberdar.

Hüseyin Çağlayan'dan çıkınca hemen sağda bir fotoğraf sergisine giriyoruz. Murat Germen'in "Yol"u. Çok ama çok parlak. Eğlenceli çekimler ve oyunlar var, ama çok parlak. Ve ben hala üşüyorum. Bütün gün hiçbirşey yemediğim için daha da fazla etkiliyor beni soğuk. Sabahtan beri yüzlerce sikke, yağdanlık, lahit, kitabe, heykel, mozaik, çini, o, bu şu, derken beynim inflak etmek üzere. Ne yapıyorum ben?
Derken Murat Germen'in bir yazısı çıkıyor karşıma ve hoşuma gidiyor. Son zamanlardaki Evet'ler - Hayır'lar arasında debelenirken özellikle.

Bu sergi de bitiyor,  yeni bir odaya giriyoruz, kitaplardan oluşan bir enstalasyon ve benim düşündüğüm tek şey, acaba bunca kitabı nereden toplamış, kaç para vermiş. Hafiften domuzlaşmaya başlıyorum analaşılan. Yüzüm ne halde kim bilir.  Başak bir video'nun başına geçiyor ve izliyor, bense hiç haz etmiyorum ama bakıyorum, bir şeyler görürür müyüm diye. Aklımda sadece "ne yesem acaba?" var.

Artık müzeyi terk etme vakti geliyor, saat 17:45. Çıkıyoruz, Tophane'ye yönleniyoruz artık eve dönme zamanı.

Arkeoloji Müzesi Bahçesi ve Çinili Köşk Müzesi

24 Ağustos 2010, Salı


Yorgun ve bitik halde Arkeoloji Müzesi'nden çıkıyorum. O kadar aç ve yorgunum ki, hareket edecek halim yok. Şaşkın bir halde etrafa bakınıyorum, ne yerim ne içerim. Tavsiyelere üzerine müze içindeki yüksek standarttaki cafe yerine bahçedekini tercih ediyorum tabii ki. Hızla karşımda duran cafeye doğru ilerliyorum, ama önce meraklı turist edası ile çevreye bakıyorum, heryerde bir şey var, inanılmaz.

Cafe diyorum ama yanlış anlaşılmasın. Hizmeti veren ufak ahşap bir kulube ve etrafında 10-12 tane masa var. Tek farkı her tarafım mezar taşları, heykeller, sütun başlıkları ile çevrili. Hemen bir yer buluyorum, kapılmasın diye de İstanbul kitabı masada bırakıyorum, sanki hiç boş masa yok etrafta. Nedir canım bu sürekli bir yarışma hali, rahatla biraz Dilek. Acaba o anda suratım ne halde, yorgun, aç ve bitkin, şükürler olsun ki bana tutulan bir ayna olmuyo öyle zamanlarda  karşımda.

Bir filtre kahve ve su alıyorum, hemen masaya oturuyorum, 7 TL fena değil de neden kahve Lipton bardağında veriliyor, böyle şeylere çok takılıyorum. Lipton kahve markası değil ki. Sızlanma Dilek sızlanma Nescafe de içmek zorunda kalabilirdin. 

Artık masamdayım, görev tamamlandı, kulağımda Tori Amos tatlı tatlı söylüyor. Kahvemi içiyorum, açlığım geçiyor hafiften, mutluyum.  Ağaç gölgesinin altında, asırlık ağaçlar koruyor beni acımasızlıktan, uzun tüylü siyah kedi, kız mı erkek mi anlamadığım çocuğun bacakları arasında, mırıldana mırıldana geziniyor. Rüzgar yalnız bırakmıyor, tatlı serinlik benimle. Her şey mükemmel.
Her yanımdan tarih fışkırıyor, hiç bir düzenleme olmamasına rağmen müzeden çok daha başarılı, sanki her parça doğal ortamında olmaktan memnun.

Kitaplarım ve defterim önümde. Ödevimi yapmak için ilk sayfayı açıyor ve yazmaya başlıyorum. Tek çıkan şey 2,5 saatlik gezimin ardından şikayetler sinsilesi. Yazmayı bırakıyor ve Shantaram'ı okumaya başlıyorum. Tatlı bir huzur kaplıyor içimi. Tori susmuş bile farkında değilim, bir anda kuşların aşkla birbirine şakıması içinde buluyorum kendimi. Tüm sinirim geçiyor ve İstanbul'u aniden sevmeye başlıyorum. Gizli kalmış güzelliklerine hayran oluyorum. Derin derin nefes alıyorum, bir daha hiç alamayacakmış gibi. Düşünmeye başlıyorum, burası gibi daha ne kadar çok gizli cennet köşesi saklanıyor, acilinden keşfetmek gerek.

Ayaklarımı yavaşça diğer sandalyeye uzatıyorum, ee dinlenmem lazım. Ama hafiften korku var sanki bir görevli gelecek ve "hanımefendi, ayak uzatmak yassah" diyecek. Bakıyorum ki gelen giden yok, daha da rahatlıyorum. nasıl bir gevşeklik anlatamam, tüm eklemelerim mutlu, belim de ağrımıyor. 

Bir anda yine yazma dürtüsü geliyor ve kalemi alıyorum elime, hızlı hızlı yazıyorum, bu sefer güzel şeyler çıkıyor,  hayret ve merak var kelimelerin özünde. O anda blog yazma düşüncesi beliriyor ve planlar kurmaya başlıyorum. Ben ve planlarım, hiç yabancı değilim bu duruma ama bu sefer germiyor beni zaten herşey belli. Sadece gezilecek yerler ve ben olacağım. Eğrisiyle doğrusuyla yazacağım. Evet evet seviyorum ben bu projeyi, tez elden çalışmaya başlayacağım. Ohh be en sonunda beni meşgul edecek bir şey de buldum.

Shantaram'dan bir bölümü daha bitirdikten sonra, kalkıyorum masadan, yüzümde geniş bir gülümseme var, gururluyum nedense. İşte oluyor bazen öyle, kendi kendime dertleniyorum, kızıyorum sonra çözüyorum, konuşa konuşa geziyorum. Tabii genelde söyleniyor oluyorum ya neyse.

Cafe alanından çıkıp hemen sol tarafa yöneliyorum, hedefim Çinili Köşk Müzesi. Topkapı Sarayı'nın ilk binası, Fatih Sultan Mehmed yaptırmış, yüreğine sağlık.

İçeri görmeden önce öyle çok büyük bir beklentim yok, ne olabilir ki, duvarlar çini kaplama, porselen koleksiyonlar falan filan işte, amaç gidip görmek olsun. Bir de yani hiç alakam yok çiniyle, porselenle.

Giriş kapısından adımı atar atmaz, içimi tatlı bir sıcaklık kaplıyor. genişlik, ferahlık beni içine çekiyor, artık 2010'da değil de 1470'lerdeyim.  Biliyorum çok saçma ama kendimi kaybediyorum burada ve o dönemde tam da burada yaşadığımı düşünüyorum. Belki de mavinin sarhoşluğu, duvarlardaki çinilerin döşenme şekli, parlaklığı, temizliği... Cevabım yok buna. Garip bir dinginlik hakim. Sürekli kapılara ve duvarlara dokunuyorum, utanmasam yanağımı yaslayacağım, hissi serinlik (şu an bile midemde aynı his var). Ufacık binada akıl almaz bir ihtişam var.

Yine uzaklara gidiyorum, bu kapılar ardında neler oldu, kim kime kızdı, kim kimle sevişti, ne kavgalar edildi, ne idam kararları alındı, kurdukça kuruyorum, kendimden geçiyorum.

Kubbelerdeki pencere ve vitraylarla yapılan ışık oyunları, rengarenk geziniyorlar salonların içinde. Açık pencereden bakıyorum, Gülhane Parkı sakince beni bekliyor. Hemen fotoğraf çekmem lazım, çekiyorum ama bir türlü benim gördüğüm sahne çıkmıyor ekranda. Sinirleniyorum, ne bekliyorsam Iphone'dan. İşte o anda karar veriyorum ki bir kamera almam şart. Kendi gördüğümü çekmek istiyorum, bundan daha doğal ne olabilir?


Sürekli duvarları, mermer tabanları ve pencereleri çekiyorum ama nafile, hahaha durumum içler acısı, Allah'tan bir gören yok, yazık şapşal, yerli turiste :)




Şaşkın şakın gezinirken bir bakıyorum yine giriş kapısının önündeyim, nasıl yani bu kadar mı? Eee, daha gezecektim ben, bu kadar çabuk uyandırılır mı?

Bu arada sırf kapı, pencere yok tabii başka eserler de sergileniyor, farklı tekniklerdeki çini koleksiyonlar, Fatih Sultan Mehmet'in eşyaları gibi. Hepsini çok  seviyorum, nedense.  Oh, iyi ki gelmişim derken telefon çalıyor, şimdi mi ya?

Apar topar çıkıyorum, hoşçakalın güzellikler, tekrar geleceğim, nasıl olsa Müze Kart'ım var ve ayrıca gezmem gereken bir yer kaldı, Eski Şark Eserleri Müzesi (kapalı 31 Ağustos'a kadar).


Hızla tramvay durağına gidiyorum, Karaköy'e gitmeliyim. Zaten büyü bozuldu, tüm müh derken acı gerçek beni daha da beter yakalıyor. Keskin ter kokusu ve kalabalık. Nefes almamaya çalışarak ineceğim durağı bekliyorum.
En sonunda dışardayım, dünya varmış. Şimdi koşarak notere yetişmem  gerekiyor, sonrasında da İstanbul Modern Müzesi'ne gidip Hüseyin Çağlayan sergisini gezeceğim.




Arkeoloji Müzesi


İstanbul gezimdeki ilk durak: Arkeoloji Müzesi.
24 Ağustos 2010, Salı

Evden çıkıp, hedefe ulaşmak sorunsuzdu. tramvaya bin, beşinci durakta in, az buçuk yürü, Gülhane Parkı'nın girişinden sağa Topkapı Sarayı'na doğru hafif rampayı çık.. Her iki yanın ağaçlık, daha şimdiden şehrin boğucu sıcağından ve insanların yapış yapışlığından uzaklaşıyorum. Sağımda Darphane, solumda Arkeoloji Müzesi'nin girişi. İhtişamlı, gerçi girişini çok kez görmüşlüğüm var da girmişliğim yok.

Hafif bir gerginlik ve heyecan var, ilk kez gezeceğim, ezikliğim de cabası. Müze Kart'ımı aldım, gururla turnikeden geçtim. Heybeti ile bina sağ yanımda beni bekliyor. Nereden bilebilirdim ki 2,5 saat sonra küfrederek çıkacağımı yine o binadan.

İki üç tane turist kafilesi hemen merdivenlerin önünde, merdivenlerde oturan, okuyan veya konuşan diğerleri. Bireysel olarak tarihe gömülmeye hazırım da ilk soru, acaba hangi kapıdan girmem gerekiyordu (sonra planlara bakınca anladım ki doğru kapıdan girmişim). En yakındakini seçtim, gayri ihtiyari de sağa yöneldim, merakla etiketleri okumaya koyuldum, her sergilenene bakıp acaba ne hissetmeliyim diye düşünmek, beynim hiç durmuyor.

Daha ilk kabartma ile sorgulama başladı, etikette yazan "Bir hayvanla mücadele eden erkek betimli kabartma", benim gördüğümse eyerlenmiş atını tutan ve bir eliyle de atın alnını seven bir erkek kabartması, yani mücadele kısmı bitmiş, erkeğin zaferi kısmı olabilir belki de bana ne?!


Haydi Dilek, olumsuza değil, olumluya bak.

Neden bir fotoğraf makinem yok ki, Iphone'umla çekmeye başladım da neyi çekiyorum, boş boş.. Sonuçta kameramın içinde Japonya'ya götürmeyeceğim ya sergiyi, ben hep burdayım, onlar da. (Tabii o zaman hem gezerim hem yazarım projesi yok ortalarda)

Tarih, tüm çıplaklığıyla önümde, emek emek yapılan heykeller, kabartmalar. Yıllar önce desenini yaptığım, projelerde drapeleri tam olarak vermek için kitaplardan kopyaladığım heykeller karşımda. Dokunabilmenin keyfi başka da çok çok heyecanlanmıyorum nedense ama bir taraftan da saygım sonsuz ve hayretler içindeyim.

Derken kızıyor ve anlamıyorum, neden bu kadar düzensiz herşey. Sanki indirim sezonunda Mango'dayım, herşey her yerde, ne bulursan sergile. Bir de neden tüm etiketler çok eski, yenilenmemiş ve neden bazı eserlerin kaybolan etiketlerinin yerine yenisi eklenmemiş? Kaidesi ve etiketi olan ama kendisi olmayan eser de huzurlarınızda, neden bir not yok mesela, nereye gitti, şimdi napıyor falan?


İkinci kata çıktım, "İstanbul'da Bizans Sarayları Sergisi" var. Tabii ki yanlış yönden başladım, sağ yerine soldan ama olsun ben kapıldım bir kere, aldı beni götürdü uzaklara. Hoşlandım çok o zamanın saraylarında gezinmeyi, hayal kurmayı. Şimdi tüm o binaların yerinde nelerin olduğunu düşünmek ve üst üste yaşamın nasıl varolabildigine ve bizden sonra kimlerin geleceğini hayal etmek...

Sonrasında ek binadaki asma kata çıktım. Şimdi adını hatırlayamadığım bir bankamızın desteği ile yapılandırılmış. Acaba banka olması nedeniyle mi lambri tüm duvarlar ve bütün yerler halı kaplama.. Off cok sıcak, geziyorum ama aklım hala halıflekste. Kıbrıs diyo, Suriye diyo ama ben hala dışardaki lambride ve deri koltuklardayım. O kadar yabancılaştım ki. Hah ahahaha, buraya da tersten başlamışım. Şimdi gerisin geri aşağı in.

Gez gez bitecek gibi değil, yüklendikçe yükleniyorum kendime de benim aklımda kalanlar, bakımsız duvalar, eksik etiketler ve kenarı yenmiş deri koltuklar bir de uyuklayan görevliler.  Sürekli neden ve nasıl soruları yankılanıyor beynimde. 2010 ödeneğinden biraz da buraya akatarılamaz mıydı? Onu bırak burası senin dışarıya bakan yüzün, nasıl bu şekilde gösterirsin?

Yavaştan yorulmaya başladım, neden çantamı bu kadar doldurdum ki acaba? Bence hızlandırılmış "turist nasıl olunur" rehberi de yazılmalı. Mesela ufak bir çanta al, yola aç çıkma, yanında bir şişe suyun hep olsun, bir de gitmeden önce muhakkak mekanla ilgili detaylı çalışmanı yap, vb gibi

Evet anlaşıldı, ben yine nemrut ve söylenen halimle burdayım, sürekli kötü olana yoracağım.

Off'layıp puff'larken kendimi ana hazinenin başında buluyor ve bir anda İskender Lahdi ile karşılaşıyorum. Sunumlar harika, ışıklandırma gayet yerinde. Hafiften rahatladım ama kendime kızgınım neden önce burayı gezmedim diye. O kadar yorgunum ki, aklımda sadece "ne zaman bitecek?" var.
Lahitlere, kabartmalara bakıyorum, sürekli sağ tarafa bakmaktan boynumun ağrıdığını farkedince yön değiştirip soldan soldan bakmaya çalışıyorum. Ahh ne kadar çok şikayet ettim yine.
Şu anda eserlerden çok tüm detayları özenle sindirmeye ve fotoğraflamaya çalışan her milletten, her yaştan ziyaretçilerle ilgiliyim, onları izliyorum. Özellikle yılmadan her yeri gezen yaşlı çifti. Acaba ben de bu şekilde olacak mıyım, sanmam...
Bu arada gözümden kaçmıyor, yabancı gay çiftlerin sayısı çokça, hoşuma gidiyor, nedense daha ılıman sanki ortam.

Lahitleri ve mezar taşlarını geçince bir anda tapınak kalıntılarına geliyorum şükürler olsun, ölüm ve kitabeler germeye başlamıştı. Taban mozaikleriyle ilgim başka yönde artık, o zamanda oradaki yaşamları, kimlerin o mozaiklere bastığı, neden o tapınağa girdikleri, neler diledikleri, ne adadıkları...

Geliyorum Truva atının  kopyasının sergilendiği salona, aydınlık ferah ama gözüm değişik bir şeye takılıyor. Yok yok bu bir şaheser bir insan elinden değil, binanın rutubete yenilmesiyle oluşan doğal renk alaşımları ve yine sinirleniyorum da hakkını vermek lazım, fena gözükmüyor.

Tamam, artık bitti derken başka bir sergi bölümü, Allah'ım bunlardan daha ne kadar var? Hayır Dilek kaçmak yok, devam. 
Koleksiyonun konusu İstanbul. Prehistorik Çağ'da İstanbul, İstanbul'da Yunan-Roma Çağı ve İstanbul'da Bizans.. Düşünsenize Kadıköy Altıyol'da  altyapı çalışmaları sırasında bulunan lahitler, ya da Pendik'ten çıkan tarih. Pendik, ben çok şaşırdım nedense, sanki sadece son 10 yıla ait bir yerleşim birimiymiş gibi, Kartal-Pendik.  Tüm bunlar müze tarafından kurtarılmış, minettarım müzeye ama onu kim kurtaracak.

Osman Hamdi Bey'in serüveni anlatılıyor, "İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü Arşivinde Yer Alan Belgeler Işığında Osman Hamdi Bey". Onun yaptıkları ve bizim şu anda yapamadıklarımız. Ne zaman bencilliği bir kenara bırakıp çevremize döneceğiz yüzümüzü merak ediyorum. Hazıra konmaktan ne zaman vazgeçeceğiz, onu da bıraktım zaten elimizde olanın kıymetini ne zaman bileceğiz? Soruyorum da acaba ben yapıyor muyum ?

Herşey bir yana  müzede çooook fazla bilgi var, hele benim gibi dandun girince olaya, off ki ne off.
Bir kere gitmek yetmeyecek anlaşıldı. Gelecek sefer çevreme aldırış etmeden sadece bakmak ve anlamak için gideceğim, söz.

En sonunda "Hoşgörü ve Birlikte Yaşamanın Simgesi Dört Dilli Mezar Taşı"nı da gördüğümde farklı bir şekilde bakıyorum geçimişi ve şimdiki Ben'e.

  
Yalan söyleyemeyeceğim, kendimi zor attım dışarı. O kadar yoruldum ki, çoçuk müzesine girmedim, çocuk muyuz canım ama aslında çok daha eğlencelidir kesin. Acilen bir şeyler yemeli ve de içmeliydim. Belimin ve bacaklarımın ağrısı yüzünden her an karardan vazgeçme aşamasındayım ki...  

25 Ağustos 2010 Çarşamba

... Neden ki?

İşten ayrılıp bir süre kendimle vakit gecirmeyi aklima koyduğumdan beri planlarimdan biri de İstanbul'u gezmekti. Her sabah işe giderken ya da akşam iş çıkışı, Beyoğlu'nda gördüğüm yüzlerce turiste bakarak ben de İstanbul'da turist olmak istiyorum derdim.. İstanbul'u bir yabancının gözüyle görmek ve ona hayran kalma düşüncesi, acaba İstanbul'u sevmeme yardımcı olabilir miydi?

İlk adımı attım ve işten ayrıldım. İlk ay sarhoş gibi geçti, ilk önce erken kalkmamaya çalışmak, uzun süredir ihmal ettiğim arkadaşlarımla vakit geçirmek, eh bir de tatil modunda olmak tabii ki, kısa süreli İstanbul dışı kaçamakları.

Sonrakaçınılmaz son, kendimle başbaşa kaldım ve kalakaldım. Kısa da geçse bu sürenin pek eğlenceli olduğunu söyleyemeyeceğim. Uzunca seneler yoğun biçimde çalışıp, kendine özel bir hayat oluşturmamış olmamı fark etmem pek hoş değildi. Kafamın bir çöplüğe dönüştüğünü görmek ve bu gerçekle yüzleşirken bana dair, kendimi beslemek için hiçbir şey yapmamış olmam. Yine de bunca zaman buralara kadar gelmek de fena bir başarı sayılmaz sanki.

Gelelim asıl öyküye, sürekli aklımı kurcalayan iki projeyi birleştirme süreci. Yazmak, paylaşmak ve de İstanbul'u dolaşmak.

... 23 Ağustos Pazartesi, Beyoğlu Mephisto'ya girdim ve İstanbul'u anlatan bölümdeyim. En basit ve en görülmesi gereken yerleri anlatan kitabı seçtim, ince çizgili defterler ve güzel kalemler aldım. Eve gelince ilk işim kitaba hemen göz gezdirip liste çıkarmak oldu. Ertesi gün artık gezmeye hazırdım. Bu sefer kendim için sadece ve sadece kendimle bir gezintiye çıkacaktım.

İlk durak için kopya çektiğimi söylemem şart, Arkeoloji Müzesi.  İtiraf ediyorum 32 yıllık hayatımda ilk defa gidecektim. Utanıyorum, bir de aldığım eğitim düşünülürse, içimden geçiyor sürekli "yazıklar olsun Dilek sana". Yine de hiç gitmedim demekten daha diyi durumdayom artık.

Akyol'daki evimden çıktım, Plato'nun hemen yanında merdivenlerden indim, ver elini Fındıklı tramvay durağı. Şükürler olsun ki akbil dolu bu sefer. Gülhane durağında indim. Parkın girişinden Arkeoloji Müzesi'ne emin adımlar, sonrasında hemen bir Müze Kart aldım, sadece 20 TL ki bence son zamanlardaki en iyi alışverişim.

Müzeye girdim, dolaştım, çıktım... Bunun hikayesini bir sonraki kayıtta göreceksiniz. Asıl konu, müze gezisi sonrası, yine öneri üzerine, biraz soluklanmak ve kahve molası vermek için oturduğum müze bahçesinde başlıyor. Orada hissettiğim huzuru ve sessizliği size anlatmam mümkün değil. Düşünün, kendi konuştuklarımı bile duyamaz hale geldim. Bir an kafamı kaldırdım ve etrafımdaki güzelliğin farkına vardım ve bir anda defterime karaladığım notları aynen yazıyorum:
"Şehr-i İstanbul, sen çok gizemli ve büyüksün. Dışındaki hırsız, iki yüzlü ve bencil sen, aslında kocaman bir kalbi ve aşkı taşıyorsun. Seni, gerçek seni aramaya karar verene, ruhunun kapılarını aralıyorsun. Kim ki kendini özgür bırakırsa asıl sana ulaşabiliyor. Bana şu an huzuru verdin sen, hafif esen rüzgar, asılrık ağaçalrın kucağında mutlulukla şakıyan kuşların...
Korkuyorum bu huzurlu yuvadan çıkmaya, gerçek (aslında gerçek mi?) dünyayla savaşmaya. Ne zaman insanlar bu denli nefret eder hale hale geldi, toleransımızı ne zaman kaybettik, yine mi suçlu sistem?
... Onlarca tarihi lahitin, sütun başlığının arasında gözüme batanlar, günümüzün artıkları, Lipton köpük bardak içinde içi boş Kızılay soda şisesi. Bir cafe menüsü ve üzerindeki fiyat etiketleri olan masada düşüncelerimi yazarken Iphone'un bir ses vermesini beklemek..."

İşte o anda karar verdim.
Ezberden uzak farklı bir şey yaşıyorum, bunu da  yazıya dökmek istiyorum. Belki de bir daha asla elde edemeyeceğim bir hediye geldi bana, kendime ait olan bir zaman.
Bu sürede gezeceğim yerler benim değil ama ben, Dilek olan ben, her gittiğim yer için ne düşüneceğim, nasıl göreceğim, neye ağlayacak neye kızacağımı merak ediyorum.  Yolda başıma gelecek  aksiliklikler ya da ufak heyecanlar ne olacak? Kendi gözümle ve yüreğimle, kısa ve aslında kod adı İstanbul olan bu geziyle kendi içimdeki yolculuğa çıkıyorum.

Burada vereceğim bilgiler yanlış veya eksik olabilir, dilim sürçebilir, potlar kırabilirim, ki yapmadığım şeyler değil, ama yazacağım. Hepsi bana ait olacak.. İlk başlarda eksik kalacak, komik ve koyacağım fotoğraflar da kötü olacak. Ama benim olacak...