24 Ağustos 2011 Çarşamba

Uzaklara Gitsem...

İnsanlara karşı hiçbir tahammülümün kalmadığını ve işin aslı insanları pek de sevmediğimin farkına vardım. Nasıl yahu, nasıl sevmem insanları? Eee, biri bana bir sebep göstersin…
İnsandan kastettiğim anam, babam, sevgilim, kankam, dostum değil. Birlikte yaşamak zorunda bırakıldığım, aynı havayı solumak zorunda kaldığım diğerlerinden bahsediyorum. Ortak hiçbir düşüncemin olmadığı, vicdansız, terbiyesiz, korkak diğerlerinden bahsediyorum…
Şimdiye kadar, iktidar değiştiğinde, kitaplar yasaklandığında, web siteleri kapandığında, masalar kaldırıldığında “ne olacak ki kaçıp giderimciler”den değildim. Aksine doğru bildiğim yolda inatla yürüyeceğimi ve savaşacağımı savunuyordum ama artık pes ettim. Kimseyle tartışamayacak kadar yorgun ve yılgınım, görmezden gelemeyecek kadar da safım. En acısı da mutsuzum. Kendi kendime yetmeyi ve mutlu olmayı öğrenmeye çalışırken etrafımda olanlar, insanalrın duyarsızlığı, bi rtürülü sürü psikolojisinden çıkamıyor oluşları, memeleketin parça parça satılıyor oluşu, şiddet ve nefretle özelimize saldırılar yüzünden korkar olmaktan tükendim.

Ortak yaşam alanlarımızda itilip kakılmaktan ve öteki olmaktan artık daraldım. Hareket edecek yerimin kalmamasından, elimin kolumun onunla bununla ya da şununla bağlı olmasından bunaldım. Başarılı olanın aşağı çekildiği, karalandığı bir insan topluluğunun içinde olmak istemiyorum. Kıskançlığı ve kötü niyeti mottosu olan bir toplumun ferdi olmak istemiyorum. Onlardan biri olmak, yoooo HAYIR!

Sokaktaki hamile kediyi beslediğim için başımdan aşağı su yemekten, otobüste kitap okuduğu  için arkadaşımın hor görülmesinden, iftar vakti olduğu için 1- 1,5  saat boyunca havaalanında bavul için bekletilmekten, yaz günü acaba ne giysem de laf atılmasın diye kumaşlara bürünmekten ve daha bir çok şeyler yüzünden öteki olmak istemiyorum. 

Bu böyle devam ederken, bir süreliğine buralardan gitme hakkımı kullanmaya karar verdim... Beni tanımayan, bana dokunmayan, ne içtiğime ne giydiğime karışmayan bir yer istiyorum. Sokaklarda başıboş, itilmiş kakılmış hayvanlar görmeyeceğim bir yer istiyorum. Gücümü toparlayıp tekrar geri gelmeyi arzulamak istiyorum. Bu memleketin ne güzel bir yer olduğunu tekrar fark etmek istiyorum. Irkçılığın olmadığı, saygı içinde yaşanan bir yer istiyorum…

Ve sadece Dilek olmak istiyorum!

29 Temmuz 2011 Cuma

1 senecik daha...

 
Geçen gün,  Taksim Meydanı metrosundan çıktım, zaten hava sıcak, kalabalık, herkes yapış yapış. Ter ve kirli çamaşır kokusuna değinmek dahi istemiyorum.  Güneş tepede, havadaki nem bütün kokuları hasetmiş, genzime yapışıyor zaten, sinirlerim tepede. Trafik ışıklarında bekliyorum, arabalar geçiyor, yayalar duruyor. Neden? Çünkü araçlara yeşil yanıyor, yayaya da kırmızı. Ama ne oluyor, yaşlıca bir çift, yolun kenarına inmişler,  karşıya geçmeyi beklerler. Hatun olan kişi sürekli kendini atıyor, erkek olan kişi onu tutuyor ama hatun kişinin durmaya niyeti yok.  Umurunda değil ki dünya, kırmızı mı yanmış, yaralanma tehlikesi mi varmış, koymuş ya aklına geçecek karşıya, hayatının 30 saniyesini  harcayacak durum da yok belli ki. Onları izlerken ben gerildim, utandım da, onların umurunda değil.  İyi de beni ve onca insanı germeye ne hakkı var ki bu çiftin? Allah muhafaza bir kaza olması durumunda benim verdiğim vergilerle, gelecek olan ambulans ve sağlık hizmetini, bilinçsizliği ve duyarsızlığı nedeniyle, meşgul etmeye ne hakkı var. Haaa bu arada,  yara yara karşıya geçerlerken, bu olayın trafik polisinin hemen yanında olması, ama polisin de “be amca be teyze, ne yapıyorsun ışığı beklesene” demeyişi. Bu çiftin yaşı 60-70 desek, çocukları hatta torunları olduğunu düşünürsek.  Aynı zihniyetle hayata bakan en az 4 kişi daha var. Bölünerek de çoğaldığımız düşünülürse İstanbul sınırları içinde en 4 milyon eder.  Offff ki ne offf!
Diğerlerine ne demeli? Zevk olsun diye hayvanlara işkence edenler,  gece vakti apartman girişinde içki içip bira kutusunu yine apartman girişine bırakanlar, yerlere çöp atanlar, gezdirdikleri köpeklerinin dışkılarını toplamayanlar, duvarlara yazı yazanlar, yine duvara işiyenler, trafikteki ve yürüyen magandalar, bir özrü çok görenler, tacizciler, sadece kendilerinden farklı olduğu için insanlardan nefret edenler ve sebepsiz yere şiddet gösterenler, ufacık çocukların eline oyuncak silahları tutuşturanlar vs vs vs… 

Ben ve etrafımdaki bir avuç insanın sürekli farkındalık yaratmak adına gösterdiği yetersiz çabaya karşılık olarak hayatlarımızın göz göre göre tecavüze uğraması haksızlık değil mi? Birazcık çaba ve saygıyla burası daha rahat yaşanır bir yer olamaz mı? Sadece hoşgörülü olmak bile yeterli olabilir de her şeyin başı önce eğitim.

Ülkemizde bir insan ömrünün an az 8 senesi zorunlu eğitim ile geçiyor. Öncesi, hazırlığı, sonrası derken 20 seneye kadar uzayabiliyor.Tüm bu senelerin amacının çok daha kaliteli ve bilinçli, bilgili bir yaşama hazırlık olduğunu düşünürsek, her şey güzel. Okullar bittikten ve de her şey yerine oturduktan sonra, vatana, millete, kendine, ailesine bir hayrı dokunabiliyorsa insanin, ne mutlu ona. Ama  genellikle karşılaştığımız sonuç ne? Cevap:  büyük çoğunlukla elinde mesleği, cebinde parası olan görgüsüz, saygısız, duyarsız insanlar.

İşte bu yüzden ben diyorum ki, işi kökünden halletmek için,  zaten  minimumda 8 sene okumayı gözden çıkarmışken herkes, 1 sene daha  eklensin şu zorunlu eğitim dönemine. Ve o 1 sene boyunca sadece yaşama dair bilgiler öğretilsin. Ders başlıkları da aşağıdaki gibi olsa mesela, güzel olmaz mı?
1-      Beden ve Ağız Temizliği
2-      Kıyafet temizliği
3-      Çevre temizliği
4-      Trafik kuralları
5-      Hayvan ve doğa sevgisi
6-      İnsan sevgisi
7-      Kendine ve çevreye saygı
8-      Kadın -  erkek ilişkileri
9-      Hoşgörülü olmak
10   Tuvalet kullanma adabı
11   Cinsel yaşama dair konular, özellikle korunmak üzerine, vb gibi.

Diyeceğim şudur ki böyle geldik böyle gideceğiz diye bir şey olmak zorunda değil. Ne hödükler var çevremizde 2-3 diplomalı, ne muazzam insanlar var ki sadece ilkokul mezunu. Ne para, ne diploma, ne de statüdür insanı insan yapan. Önce sevgi ve saygı… Bunu da öğretmek, öğrenmek bu kadar zor olmamalı.

26 Temmuz 2011 Salı

Anlayamadım, neden?

Eskiden daha mı kolaydı bazı şeyler? İlişkiler, ihtiyaçlar, paylaşmalar. Teknoloji bu kadar ilerlemişken, her şeye erişim bu kadar kolayken, nasıl oluyor da yalnız olmayı beceriyoruz?

Etrafıma bakıyorum. Ne kadar farklı olsa da kadın tarafından dertler hemen hemen aynı? Anlamamalar, soru işaretleri ve sebep ise hep aynı… Bir olay oluyor, iyi ya da kötü, sonrasındaki ilk soru; Neden? Evet, neden?  Nasıl oluyor da bu kadar anlamamayı başarabiliyoruz? Sorun kadında mı erkekte mi?
Geçen gün bir e-mail aldım. Ağzım açık okuyorum, nutkum tutuldu desem yeridir. Kısa bir süre bir şeyler paylaştığım, uzaklarda oturan birinden geldi. Beraber geçirdiğimiz ilk günle ilgili uzunca bir yazı yazmış. Benim neredeyse hiç farkında olmadığım ayrıntılar, saniye saniye olanlar… Aradan geçen zaman dilimiyse neredeyse 1.000 günden fazla. Bu kadar zihninde yer etmiş olmak ve unutulmamış olmak çok güzel de e-mailini bitirirken ki notu da beni bitirdi: “hala  x ile birlikteyim”. Pardon anlayamadım, tekrarlar mısın? Neyin uyarısı bu?  Sordum mu? Neyin arzusu, nasıl bir seçim ya da nasıl bir istekle yazdın bu e-maili? Nasıl bir haddir bu? Ne istiyorsun benden, neden hayatıma bu şekilde pikelerle giriyor ve şuursuzca konuşuyorsun, neden? Neistiyorsun benden?
Sonra bir telefon alıyorum, yakın bir kız arkadaşımdan, delirmiş. Çünkü bir zamanlar bir şeyler hissettiği ama sonrasında şartlar gereği arkadaşlığa dönüşen ilişkinin diğer kahramanı  histeri krizleri geçirerek, “beni neden boşluyorsun, bana neden ilgi göstermiyorsun, nasıl beni bir kenara atıyorsun?”larla suçlamalara başlamış, FALAN! Bre adam, sen kendini ne sanıyorsun, kime nasıl, neyi şikayet edip nasıl oluyor da bu kadar üste çıkıyorsun? Nereden buluyorsun bu hakkı, bu kadar bencil olmayı nasıl beceriyorsun? Birisinin hayatına dan dun diye girebileceğini ve de onun başının tacı olabileceğini nereden çıkarıyorsun? Neden?

Kadını seçiyorsunuz, hayatınıza alıyorsunuz, sonra o kadını kadın yapan her özelliği kıskanıyor, onu bunaltıyor, yeterince ilgi alamadığınız için domuza bağlıyorsunuz. Neden? .
Bir kadını arzuluyor, onu çok istiyor, bunu o kadına hissettiriyorsunuz, sonrasında o kadınla alakası  olmayan başka bir kadını hayat arkadaşı olarak seçiyorsunuz. Neden?
Yalnızsınız, hayatta sadece yatağınızı paylaşacak kadın yerine,  konuşabileceğiniz, başınızı omzuna yaslayabileceğiniz, yanında kendiniz olabileceğiniz kadına ihtiyaç duyuyorsunuz. O kadını buluyorsunuz sonra hemen dışarıda çok daha fazla kadın var, hepsini tatmak istiyorum diyor, çekip gidiyorsunuz. Neden?
Ayakları üzerinde duran, kendi kendine yeten kadın istiyorum diyorsunuz, hayranlıkla birisine bağlanıyorsunuz, sonra o gücün altında ezilip büzülüp çekip gidiyorsunuz. Neden?
Bir kadını tavlıyorsunuz, başınızın tacı edip el üstünde tutuyorsunuz… Sonra durumdan sıkılıp, kendi yaşamlarınızın derdini ilişkinin omuzlarına atıp, yandan yandan kaçıyorsunuz. Bunu yaparken ne bir açıklama ne bir sebep gösteriyorsunuz. Sanki onca zaman yaşananlar koca bir yalanmış ya da hatırlanmaması gereken kötü bir çocukluk anısıymış gibi unutup gidiyorsunuz. Neden?
Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var.

Hayat şartları zorlaştıkça, kadınlar özgürleştikçe yalnızlık daha da mı artıyor acaba? Daha fazla görüp öğrendikçe, beklentiler daha da mı artıyor? 

En azından hayatımda biri olsun, azıyla da yetinirim dedikçe, kendi benliklerinden uzaklaşan kadınlara da sırt çeviriyoruz, neden?
Aslında hem erkeğin hem de kadının ihtiyaçları ve arzuları aynıyken nasıl bu kadar anlaşamaz duruma düşüyoruz, neden?  
 
Beni ben olduğum için seven erkek istiyorum, bana destek çıkacak biri olmalı hayatımda dedikçe, müzmin bekarlığa yelken açıyoruz, neden?

Ben demiyorum ki kadınlar anlaşılır da erkekler anlaşılmaz. De anacım bazı şeyler de bu kadar zor olmasın. Konuşulsun, koklaşılsın, gereği neyse yapılsın. Herkes bir agresif, herkes bir sinirli, olmaz ki yani.


4 Haziran 2011 Cumartesi

Babam, Doğumgünün Kutlu Olsun!

Bugün canımdan çok sevdiğim birinin doğum günü. Aslında gerçek doğum tarihi 4 Haziran mı ondan hiçbirimiz emin değiliz zira köyde doğmuş ve kim bilir ne zaman nüfus idaresine gidildi de kaydoldu?

Onunla bu konuda da benziyoruz. Ben de evde doğduğum için doğum tarihim ve kimliğimde yazan tarih başka. Bazen düşünüyorum acaba kişiliğimi etkiliyor mu bu diye, ne alakası var diyeceksiniz de işte bu da benim, olmadık şeyler düşünüp düşünüp çözümsüzlüğün içinde kaybolanım... Hah ahah a işte yine yaptım asıl konudan saptım ve kendime daldım…

Evet, bugün en sevdiğim birinin doğum günü. Ben onu ne arayabiliyorum, ne ona sms atabiliyorum, ne facebook’tan dürtebiliyorum, ne sarılabiliyorum ne de öpüp koklayabiliyorum.

Kutlamak... Kutlanmak…  Kutlayamamak…  Kutlayamamaktan kudurmak…..

Onu doğurana da ona da binlerce kez teşekkür ederim.

Onun ve onun seçimleri (tabii anamın hakkını da yememek lazım) sayesinde ben bugün buradayım ve nefes alabiliyorum,  sevebiliyorum, paylaşabiliyorum.  Onun sayesinde sinirleniyorum,  kahkaha atıyorum.  Onun sayesinde yaşıyorum.  Ve yine onun sayesinde artık değer verdiklerime sahip çıkıyor ve teşekkür edebiliyorum.

Ama keşke ona, o hala yaşarken,  “babacığım, iyi ki varsın ve sana her şey için çok teşekkür ederim”  diyebilseymişim.  Neden aklıma hiç gelmedi ki? Belki çocuk olmanın bencilliğinden belki de hep emin olmaktan onun hep benim yanımda olacağına.

Şu anda boğazımda düğümlenen hıçkırıklarla savaşıyorum ki avaz avaz ağlamayayım diye.  Ama gözyaşlarım kazandı bu sefer ki oluk oluk akıyor yanaklarımdan aşağı. İtiraf ediyorum, ne onu sevmeye ne de arkasından ağlamaya doyamamışım ben.

Babacığım hala kırgın ve kızgınım sana çok erken göçüp gittiğin için ama en azından artık doya doya anama sarılıp her şey için teşekkür edebiliyorum ve onu ne kadar çok sevdiğimi her seferinde söylüyorum.

Babacığım, sayende hayatın her saniyesinden zevk alabilmek için çok büyük çaba gösteriyorum. Şimdi de derin bir nefes alıyorum ve tekrar gülümsüyorum hayatımın bundan sonra kalanına.

Hepimize nice mutlu yıllar. 


 Ağabeyime ve Anneme...


6 Nisan 2011 Çarşamba

Çeyiz Sandığı"M"

Hatırlıyorum anneannemin sandığı aldığı zamanı ve emek emek içini düzmeye başlamasını. Anahtarı koynunda saklardı, kolay kolay bakmama da izin vermezdi. Şimdi şimdi anlıyorum ki ben aslında onun kıymetlisiymişim ya beklerdi mürüvvetimi görmeyi (anneannem 2004 de vefat etti, 2011'de ben 32 yaşındayım ve sandık hala görevini tamamlayabilmiş değil).

Konuyu saptırmadan gelelim sandığa; O sandık yok mu o sandık, bir sürü evi gezdi onunla beraber, en son anneannem tamamen bize taşınınca Etiler Bebekyolu’nda en son ikematgahına yerleşti. Gel zaman git zaman ben de varlığını  unuttum. Hayatın peşinden koşarken, nerden gelsin ki aklıma benim için hazırlanan çeyiz. Tabii ki de unuttum gitti halbuki son 10 senedir annemin salonun baş köşesinde duruyor..

Geçenlerde bir gün annemi ziyarete gittim, rutin ev işlerine yardım ediyorum ve yemek sonrası mutfaktayım. Anaaam o da ne, yer gök tencere, hangi dolabı açsam bir kapak ya da bir sap fırlıyor dışarı… Neyse dedim yine annem TV’den alışveriş olayına girmiş ses etmemeyim. Gel zaman git zaman yine bir gün annemin mutfağında temizleri yerleştirirken iyice meraklandım artık, nedir yahu bu tencere bolluğu, ben evde tek tencerede ceşit yemek yapmaya calışırken haksızlık bu… Sonra alıcı gözle bakınca tencerler de öyle pek de ahım şahım değil, yine sustum… Ama gel gör ki işsizlikten, bu aralar evde otura otura yemek yapma isteğim arttı. Ben de anneme dedim ki, “anacığım, bana kullanmadığın bir iki parça tencere tava versene, hem sen nerden buldun bunları?" diye sorarken çaktım köfteyi, benim çeyiz sandığını annem kırmış çoktan…

Vay Vay vay, anneanneciğimin emek emek hazırladığı o caanım çeyiz sandığının  ırzına geçildi yani. Annemin savunması ise “eee, hem sen bunları sevip kullanmazdın ki!!!” Eh, hatun doğru söylüyor ne desem boş şimdi… Gerçekten benim tercih edeceğim bir tencere takımı değil. Yani aslında, büyük ihtimalle o sandığın içindeki hiçbir şey benim tercih edeceğim türden değil. Hatırlıyorum ki içinde dantel örtüler, seccadeler vs olmalıydı. Nasıl bir emri vaki yapılıyor ki kızlarımıza al bu senin çeyizin, seve seve kullan şimdi.
Hani kız beğenir mi sever mi kullanır mı, hiiç soran yok, anca ör, anca dik eline tutuştur sonra da kullanılmayınca ağla dur.


Annemle son konuşmamız üzerinden bir kaç hafta geçti, her seferinde çeyiz sandığının içine bakmaya niyetlendim, her ne kadar içinden ne çıkacağını bilsem de, çünkü biliyorum ki orada binbir emekle hazırlanan anneannemin hazinesi var.. Hem evlenip evlenmeyeceğim de meçhulken bari çürümesinler, değil mi yani?


Veee, beklenen zaman geldi, geçen haftasonu açtım sandığı ve yaşadım ilk hayal kırıklığımı: Annem doldurmuş eski perdeleri, çıkan tencerelerin yerine, pehhh… Ama olsun pes etmeyeceğim derken onlarca elbezi, yazma, ince tığ işi danteller, el havluları, baş örtüleri, dantel yatak  örtsü takımı, bilimum amaçlarla hazırlanmış bohçalar ve parça kumaşlar (sanırım gecelik ve pijamalık için), yine elbezleri ve yine el havluları vs vs vs.

Sabırla, sandığın en dibine kadar indim, bu sırada ağabeyim ve annem de beni izliyor, ama nafile arayışlarım maalesef sonuçsuz… Normalde kullanabileceğim hiç bir şey yok. Hani bir taraftan da kıyamıyorum, olur ya belki bir gün bir şekilde alırım onu evime de içinden güzide bir kaç parçayı kullanırım diye, hak da yerini bulmuş olur hani.. Ammaaan kimi kandırıyorum evlenmediğim sürece o hak yerini falan bulmaz, ben anneannemi tanıyorsam!


Oflaya puflaya sandığı kaparken gözüme renkli bir iki parça takıldı. Hemen daldım içine gerisin geri, ancak bunlar gelir bana. Attım çantaya, doğru kendi evimin mutfağına..


Anneannem, yüreğine ve eline sağlık...


Ahh ahhh hala anamdan tava tencere almadım, tüh be...

21 Mart 2011 Pazartesi

Hayal... Hayaller.. Hayal et!

İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar demiş Yahya Kemal

Salonda uzanmış tavana bakıp geçen gece olanları düşünüyordum bir anda aklıma geldi. Perşembe gecesi Hayal Kahvesi’nin 20. yaşını kutlamaya gittik. HAYAL Kahvesi, ne güzel bir isim… 20 yıldır var mekan, ben kendimi bildim bileli var, kaç gez gittiğimi hatırlamıyorum bile ama ilk kez o gün ismi dikkatimi çekti ve hayal kurmaktan ne kadar uzak olduğumu farkettirdi bana. Halbuki ne güzeldir hayal kurabilmek, gidemediğin yerleri gezersin, yaşayamadıklarını yaşarsın, tanımadığın insanlarla aşk, meşk edersin.. Hayal edebildiğin sürece varsın, hatta mutlu bir sen varsın.

Hayal edemedikçe bir yerlere varmak da zor. Zira ben cok hayal kurabilen birisi değilimdir. Küçükken neler neler düşlerdim de şimdi gerçekliğin prangalarına hapsolmuş, çürüyorum. Tam dalıyorum düşe, besliyorum onu ki daha güzel olsun diye bir anda telefondan mesaj sesi geliyor, hoop hemen güne dön, sonra kurduğun hayal da tam ortasından çatırdamaya  başlasın. Sonra diyorum bu kara günlerde nasıl güzel şeyler düşünebilir ki insan, çocukluk yapma Dilek bu kadar toz pembe değil hayat diyorum hoop yine hayaller alt üst olmuş. Hayal kurmak, istemek ve sonrasında başarısız olma ve  kaybetme ihtimali… Yine aynı korkuyla başbaşa kalmak, tüm benliğimi saran endişelerle başa çıkmaya çalışmak.

Kaçıp uzaklara gitmenin bile hayalini kuramıyor olmak, çünkü ben benle geleceğim, çok sıkıc. Ya da nasıl gideceğim, çocukları nereye bırakacağım, anamı o kadar uzun süre nasıl yalnız koyacağım. "Hayatın çilesine beni bağlayan bu iplerden nasıl kurtulurum ki”ler elimi kolumu bağlıyor.  Sürekli ihtiyaçları ertelemek, birilerine bir şeylere bağlı kalmak. Bu kadar bencil yaşadığımız hayatlar aslında tam bir bağımlılık timsali; Geçmişe, durumlara, insanlara, evlere, eğlenceye. Umarsızca yaşıyor zannerken aslında tek yaptığımız “kim ne derlerle, yalnız nasıl yaparımlarla” kaçıp durmak...

Etrafıma bakıyorum, her telden insan var. Birileri hayata dair endişeler ve geçim derdiyle boğuşurken, bir tarafta da “amaan, ne olacak canım?”cılar. Kim daha iyi yaşıyor ve daha mutlu diyorsanız, tabii ki amaan canım’cilar. Çünkü hiç birşeye takmıyorlar, birşeyler olduğunca var onlara ve oldukça kullananlar onlar. Az olsa da farketmiyor, coğu gelse ohh ne güzel diyorlar. Ben ve yakın çevrem ise sürekli mücadele halindeyiz, en iyisi olsun, aman birilerini incitmeyelim, aman yanlış yapmayalım, aman ona buna laf olmasın... Derken derken bir bakmışız ruhen çöküp kalmışız. Bu sonsuz amanlar yüzünden asıl ihtiyaçları bir kenara atıp onun bunun isteklerini yapmaya gömülmüşüz. Askeri olmuşuz etrafın. Sonra ara ara patlak veren endişe krizleri ve depresyonlarla savaşma hali. Çünkü sanıyoruz ki bizim kötü olmaya bile hakkımız yok, neymiş elimiz ayağımız tutuyormuş, Allah'a şükür 1 kap aşımız pişiyormuş, başımızı sokacak bir evimiz varmış, miş, muş… Ohoooo bunlar yetmiyor ki, keşke yetse…

Tarihe baktığımızda bir şeylerin sadece hayal edilebildiği sürece gerçekleştiğini görüyoruz. İyi ya da kötü örnekler var, tartışılır ama bir doğru var, her kim ki hayal kuramıyorsa yaşamaktan anlamıyor demektir ve geleceğe dair hiçbir yatırımı ya da garantisi yoktur… 


Koca koca adamlar onlarca özlü söz söylemiş, beni bir nebze de olsa gaza getirenlerden bazılarını paylaşasım geldi, hep beraber gazlanalım diye.. (Ammaaan, iyice anneme benziyorum, özlü söz paylaşımı, o da arada gaza gelip SMS atar) 


Büyük şeylerin hayali ile yaşa, hiç olmazsa daha küçük şeyleri yapmak imkanı bulursun - J. Bernard

Düşlerinizi kovmayın, çünkü onlar gidince belki siz kalırsınız ama artık yaşamıyorsunuz demektir - Mark Twain
En büyük işler, büyük hayaller kurma özelliği olan insanlarca başarılmıştır - William Russell

Gözler az gördüğü, kılaklar az duyduğu ölçüde hayal gücü artar - Stefan Zweig

Diyeceğim şudur ki hayal edebildiğim sürece daha iyi hissedeceğimi biliyorum. En azından hayallerimde daha cesur olabilirim hayata karşı. Hayallerimle uzaklaşabilirim boğucu insanlardan, savaşlardan, adaletsizlikten… 

Ehh artık  bana müsaade, balonuma atlayıp hayallerime kavuşacağım günü hayal etmeye gidiyorum, şans dileyin...

23 Şubat 2011 Çarşamba

Vay be, kadınmışım ben!


Kadınmışım, kadınmışsın, kadın mı, kaldı mı? 

Uzun süredir unutmuşum da ara ara hatırlıyorum kadın olduğumu… Kah zorla, yolda yürürken yediğim laflarla, kah güzellikle, arabanın kapısı tutulunca … Birilerinin gözünde sadece etten ibaretken, birilerinin de gözünde safi beyin... 

Yaşanan ilişkiler sayesinde nasıl biri olduğumu, nasıl bir kadın olduğumu anlayabiliyorum ve asıl önemlisi nasıl algılandığımı daha net fark ediyorum… Bak şimdi, bu da olmadı ki, nereye kadar hep başkalarının gözünden kendime bakmaya devam edebilirim, cık cık. Geçenlerde bir arkadaşım, gece dışarı çıkarken soruyo, "o kırmızı ruju sürmek istiyorum ama geçen hafta herkes dalga gecti diye silmek zorunda kaldım, ne yapsam acaba?". Allah allah, yani neden, sen sevdiysen sür, tabii kırmızı ruju taşımak o kadar kolay değil ama kuralına göre makyaj yaparsan her daim taşıma şansın var.. 5 kişi kötü dedi diye kırmızıya da ruja da küsmek mi lazım? Herkes belirli kalıplar içinde ya kayboluyor ya da sivirilip parlıyor…

Son günlerde çok ama çok fazla küfürlü konuştuğumu, oturup kalkmamın ne kadar da erkek egemen olduğunu farkettim. Bir de üstüne üstlük bunları gururla yaptığımı da fark etmem ayrı bir olay..

Bakıyorum da uzun zamandır, ilkokuldan beri, hep erkeklerin yaptığını yapmaya çalışmışım, misal en sevdigim oyun futboldu, neden? Ağabeyimin kızkardeşi olduğumdan mı, sürekli sokakta oynadığımdan mı? Aman laf atmasınlar diye hep pantolon giymekten mi, yeni yeni çıkan memelerden utanıp yıllarca sporcu sütyeni kullanmaktan mı ? Yoksa yine erkek egemen bir toplumda, erkeklerin sözü geçtigi, pohpohlandığı bir piyasada calışmamdan mı?


Ben de gelinliğimi hayal ediyordum, ben de pamuk prenses oldum zamanin da hatta işin doğrusu kul kedisi ama çok ufaktım yahu, çok ufak. New Kids on the Block dinlerken baktım abimin metalci çevresi daha eğlenceli, Sindy bebeğimin saçalarını kestim, etek yerine pantalon giydirdim, en yakın arkadasi He-Man oldu, Conan en sevdiğim çizgi kahramanim, idolum de pek tabii Kizil Sonya. Ne ara bacaklarımı aça aça yürmeye başlayıp, küfrü hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline getirdim de prenses olduğumu unuttum, utanmasam yakında hayalarımı avuçlayıp gezeceğim…

Anaaam, bir de topuklu ayakkabı durumu var tabii. Her kadının gönlündeki yüksek ökceler, kutularında çürümeyi beklerler. Kadın gibi hissetmenin en şık yolu. Var var da nerde topuklu giyecek yürek, yol, kaldirim. Daha düz yolda yürümeyi beceremezken bir de topuklu giyince, gel eğlenceye… Zaten topukluyla yürümeyi beceremeyen hiç giymesin, ne o öyle gibi dizleri kıra kıra yürümek. Gerçi bu konuda şanslılardanım zira rahat yürüyorum topukluyla sadece iş hayatımda ve gündelik yaşamımda yer bulamıyor narin ayakkabılarım kendine.


İş hayatının her kolunda pozitif ya da değil, kadınlara karşı ayrımcılık var. Bir kere düşünün bir kadına uzun süreli yatırım yapmıyorlar, neymiş evlenip doğuracakmış da işi aksatırmış da, falan filan. Eh böyle olunca ne oluyor bir çok kadın ya saklıyor ya da hayata karşı düşüncelerini değiştiriyor. Zorlu bir rekabet ortamından sonra da asıllar unutuluyor dayatılanlar benimseniyor. Yuvarlak hatlar içinde sıkışmış hayaller ve tercihler...

Uzar gider konu böyle de kadın olmaktan utanmak, kadınca seyler düşünüyor olmaktan kaçınmak, kadınlığı becerememek, üzerimizde taşıyamamak ana mevzuu. Yazık bize, ne hale gelmişiz. Acaba biz mi gelmişiz, ya da şartlar yüzünden dönüşmüşüz bu hale? Halbuki kadın olmak güzel, vallahi billahi güzel. Asıl güç bizde... Bir de alımlıysan, bir de bakımlı olup, kendine güvenebiliyorsan, kendi değerinin farkındaysan, değmesinler keyfine… Düşünsenize şöyle yolda süzüle süzüle, başın dik yürürken, herkes hayran, laf atmaya bile korkarlar… Bir parça et muamalesinden çok hayranlığı fark edersin bakan gözlerde.

Annem hep der “Kızım, bir allık bir ruj sür dışarı çıkarken, hem sen kendini çok daha iyi hissedersin”… “Amaaaan anne yaa, ne uğraşacağım, hem kim görücek bu saatte!?”lerden kaçınıyorum artık. Her daim çantamda makyaj çantam var (eh her zaman kullandığım söylenemez ama bu da bir gelişme). Amacım birisine bir şey göstermek değil, öncelik kendimi iyi hissetmek, kadın olduğumu kendime fark ettirmek. Kadınlığımla barışmak, kadınca düşüncelerimden kaçmamak. Bu arada makyaj yapınca mı kadın olunuyor demeyin, örnekti bu!


.. ah ahhhh, bir de çevremizdeki erkek kişiler bizim kadın olduğumuzu hatırlasa..