26 Ağustos 2010 Perşembe

Arkeoloji Müzesi


İstanbul gezimdeki ilk durak: Arkeoloji Müzesi.
24 Ağustos 2010, Salı

Evden çıkıp, hedefe ulaşmak sorunsuzdu. tramvaya bin, beşinci durakta in, az buçuk yürü, Gülhane Parkı'nın girişinden sağa Topkapı Sarayı'na doğru hafif rampayı çık.. Her iki yanın ağaçlık, daha şimdiden şehrin boğucu sıcağından ve insanların yapış yapışlığından uzaklaşıyorum. Sağımda Darphane, solumda Arkeoloji Müzesi'nin girişi. İhtişamlı, gerçi girişini çok kez görmüşlüğüm var da girmişliğim yok.

Hafif bir gerginlik ve heyecan var, ilk kez gezeceğim, ezikliğim de cabası. Müze Kart'ımı aldım, gururla turnikeden geçtim. Heybeti ile bina sağ yanımda beni bekliyor. Nereden bilebilirdim ki 2,5 saat sonra küfrederek çıkacağımı yine o binadan.

İki üç tane turist kafilesi hemen merdivenlerin önünde, merdivenlerde oturan, okuyan veya konuşan diğerleri. Bireysel olarak tarihe gömülmeye hazırım da ilk soru, acaba hangi kapıdan girmem gerekiyordu (sonra planlara bakınca anladım ki doğru kapıdan girmişim). En yakındakini seçtim, gayri ihtiyari de sağa yöneldim, merakla etiketleri okumaya koyuldum, her sergilenene bakıp acaba ne hissetmeliyim diye düşünmek, beynim hiç durmuyor.

Daha ilk kabartma ile sorgulama başladı, etikette yazan "Bir hayvanla mücadele eden erkek betimli kabartma", benim gördüğümse eyerlenmiş atını tutan ve bir eliyle de atın alnını seven bir erkek kabartması, yani mücadele kısmı bitmiş, erkeğin zaferi kısmı olabilir belki de bana ne?!


Haydi Dilek, olumsuza değil, olumluya bak.

Neden bir fotoğraf makinem yok ki, Iphone'umla çekmeye başladım da neyi çekiyorum, boş boş.. Sonuçta kameramın içinde Japonya'ya götürmeyeceğim ya sergiyi, ben hep burdayım, onlar da. (Tabii o zaman hem gezerim hem yazarım projesi yok ortalarda)

Tarih, tüm çıplaklığıyla önümde, emek emek yapılan heykeller, kabartmalar. Yıllar önce desenini yaptığım, projelerde drapeleri tam olarak vermek için kitaplardan kopyaladığım heykeller karşımda. Dokunabilmenin keyfi başka da çok çok heyecanlanmıyorum nedense ama bir taraftan da saygım sonsuz ve hayretler içindeyim.

Derken kızıyor ve anlamıyorum, neden bu kadar düzensiz herşey. Sanki indirim sezonunda Mango'dayım, herşey her yerde, ne bulursan sergile. Bir de neden tüm etiketler çok eski, yenilenmemiş ve neden bazı eserlerin kaybolan etiketlerinin yerine yenisi eklenmemiş? Kaidesi ve etiketi olan ama kendisi olmayan eser de huzurlarınızda, neden bir not yok mesela, nereye gitti, şimdi napıyor falan?


İkinci kata çıktım, "İstanbul'da Bizans Sarayları Sergisi" var. Tabii ki yanlış yönden başladım, sağ yerine soldan ama olsun ben kapıldım bir kere, aldı beni götürdü uzaklara. Hoşlandım çok o zamanın saraylarında gezinmeyi, hayal kurmayı. Şimdi tüm o binaların yerinde nelerin olduğunu düşünmek ve üst üste yaşamın nasıl varolabildigine ve bizden sonra kimlerin geleceğini hayal etmek...

Sonrasında ek binadaki asma kata çıktım. Şimdi adını hatırlayamadığım bir bankamızın desteği ile yapılandırılmış. Acaba banka olması nedeniyle mi lambri tüm duvarlar ve bütün yerler halı kaplama.. Off cok sıcak, geziyorum ama aklım hala halıflekste. Kıbrıs diyo, Suriye diyo ama ben hala dışardaki lambride ve deri koltuklardayım. O kadar yabancılaştım ki. Hah ahahaha, buraya da tersten başlamışım. Şimdi gerisin geri aşağı in.

Gez gez bitecek gibi değil, yüklendikçe yükleniyorum kendime de benim aklımda kalanlar, bakımsız duvalar, eksik etiketler ve kenarı yenmiş deri koltuklar bir de uyuklayan görevliler.  Sürekli neden ve nasıl soruları yankılanıyor beynimde. 2010 ödeneğinden biraz da buraya akatarılamaz mıydı? Onu bırak burası senin dışarıya bakan yüzün, nasıl bu şekilde gösterirsin?

Yavaştan yorulmaya başladım, neden çantamı bu kadar doldurdum ki acaba? Bence hızlandırılmış "turist nasıl olunur" rehberi de yazılmalı. Mesela ufak bir çanta al, yola aç çıkma, yanında bir şişe suyun hep olsun, bir de gitmeden önce muhakkak mekanla ilgili detaylı çalışmanı yap, vb gibi

Evet anlaşıldı, ben yine nemrut ve söylenen halimle burdayım, sürekli kötü olana yoracağım.

Off'layıp puff'larken kendimi ana hazinenin başında buluyor ve bir anda İskender Lahdi ile karşılaşıyorum. Sunumlar harika, ışıklandırma gayet yerinde. Hafiften rahatladım ama kendime kızgınım neden önce burayı gezmedim diye. O kadar yorgunum ki, aklımda sadece "ne zaman bitecek?" var.
Lahitlere, kabartmalara bakıyorum, sürekli sağ tarafa bakmaktan boynumun ağrıdığını farkedince yön değiştirip soldan soldan bakmaya çalışıyorum. Ahh ne kadar çok şikayet ettim yine.
Şu anda eserlerden çok tüm detayları özenle sindirmeye ve fotoğraflamaya çalışan her milletten, her yaştan ziyaretçilerle ilgiliyim, onları izliyorum. Özellikle yılmadan her yeri gezen yaşlı çifti. Acaba ben de bu şekilde olacak mıyım, sanmam...
Bu arada gözümden kaçmıyor, yabancı gay çiftlerin sayısı çokça, hoşuma gidiyor, nedense daha ılıman sanki ortam.

Lahitleri ve mezar taşlarını geçince bir anda tapınak kalıntılarına geliyorum şükürler olsun, ölüm ve kitabeler germeye başlamıştı. Taban mozaikleriyle ilgim başka yönde artık, o zamanda oradaki yaşamları, kimlerin o mozaiklere bastığı, neden o tapınağa girdikleri, neler diledikleri, ne adadıkları...

Geliyorum Truva atının  kopyasının sergilendiği salona, aydınlık ferah ama gözüm değişik bir şeye takılıyor. Yok yok bu bir şaheser bir insan elinden değil, binanın rutubete yenilmesiyle oluşan doğal renk alaşımları ve yine sinirleniyorum da hakkını vermek lazım, fena gözükmüyor.

Tamam, artık bitti derken başka bir sergi bölümü, Allah'ım bunlardan daha ne kadar var? Hayır Dilek kaçmak yok, devam. 
Koleksiyonun konusu İstanbul. Prehistorik Çağ'da İstanbul, İstanbul'da Yunan-Roma Çağı ve İstanbul'da Bizans.. Düşünsenize Kadıköy Altıyol'da  altyapı çalışmaları sırasında bulunan lahitler, ya da Pendik'ten çıkan tarih. Pendik, ben çok şaşırdım nedense, sanki sadece son 10 yıla ait bir yerleşim birimiymiş gibi, Kartal-Pendik.  Tüm bunlar müze tarafından kurtarılmış, minettarım müzeye ama onu kim kurtaracak.

Osman Hamdi Bey'in serüveni anlatılıyor, "İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü Arşivinde Yer Alan Belgeler Işığında Osman Hamdi Bey". Onun yaptıkları ve bizim şu anda yapamadıklarımız. Ne zaman bencilliği bir kenara bırakıp çevremize döneceğiz yüzümüzü merak ediyorum. Hazıra konmaktan ne zaman vazgeçeceğiz, onu da bıraktım zaten elimizde olanın kıymetini ne zaman bileceğiz? Soruyorum da acaba ben yapıyor muyum ?

Herşey bir yana  müzede çooook fazla bilgi var, hele benim gibi dandun girince olaya, off ki ne off.
Bir kere gitmek yetmeyecek anlaşıldı. Gelecek sefer çevreme aldırış etmeden sadece bakmak ve anlamak için gideceğim, söz.

En sonunda "Hoşgörü ve Birlikte Yaşamanın Simgesi Dört Dilli Mezar Taşı"nı da gördüğümde farklı bir şekilde bakıyorum geçimişi ve şimdiki Ben'e.

  
Yalan söyleyemeyeceğim, kendimi zor attım dışarı. O kadar yoruldum ki, çoçuk müzesine girmedim, çocuk muyuz canım ama aslında çok daha eğlencelidir kesin. Acilen bir şeyler yemeli ve de içmeliydim. Belimin ve bacaklarımın ağrısı yüzünden her an karardan vazgeçme aşamasındayım ki...  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder