27 Ağustos 2010 Cuma

Ayasofya Müzesi

25 Ağustos 2010, Çarşamba,


Sultanahmet meydanında yürüyorum,etrafıma bakınıp, insanları inceliyorum.
Hava gerçekten sıcak, güneş dikey ışınlarla beynimden içeri süzülüyor. Su içmek istemiyorum ama  Ramazan ya yapamıyorum, hala bu kafadan sıyrılamamış olmama gülüyorum. Ne yapalım, ben de buyum.


Sağımda Blue Mosque (turisitim ya), en kısa zamanda buraya da geleceğim ve sadece kendimle bir sure oturup, kendimi dinleyeceğim (sanki son zamanlarda hiç yapmadığım şey)


Hemen karşımda Aya Sofya. Şöyle bir bakıyorum, hmmm en son ne zaman geldim acaba? Hatırlamıyorum, kaç kere gelmiş olduğumu hatırlamadığım gibi.
Az kovalamadı rehberler beni yabancı müzik gruplarını gezdirirken, hikayeyi anlatıyorum diye. Ben de ne  hangi akla hizmet detayları anlatıyorsam, sanki çok iyi biliyorum ya.


Ayasofya'nın dış kapısıdayım, elimde Müze Kart'ım  yeni bir Japon turits kafilesinin arasında içeri girmeye çalışıyorum. Bayagi cabbar çıktı yanımdaki yaşlı Japon teyze, aradan sıyrıldı ve benim önüme geçti. Güvenlik kotrolünden geçtim, turnikedeyim ama kartımı okumuyor, neden diye baktğıımda elimde Bilgi Havuz Kartı'nı tuttuğumu görüyorum. Hahahahha, dış kapıdaki adama da bilet almayacağım kartım var diye bu kartı sallıyor olduğum aklıma geliyor, hahahaha.


Ayasofya'nın ana kapısından onlarca turistin arasında girdim sanırım Amerikalı ve İtalyan karışık. Kendimi yakın hissettim, bir gece önce yedeğim tabak tabak makarnadan olsa gerek.


İçeri girdiğim anda gözlerim doluyor ve çenem hafiften titremeye başlıyor. Ağlama isteği yoğun bir şekilde boğazımda düğümlenmiş durumda, hayırdır inşallah.  Derken içeri daldım. Kalabalık, hem de çok. Bu durumdan hoşlanmıyourm ama bu sefer korkmuyorum. Tek başıma rahatça bu kalabalık arasında gezinebilirim. Yandan yandan ilerliyorum, aha dilek taşı, amaan geç Dilek geç, ne işin var!


Farklılık var salonda, çok büyük.. Ana, o devasa iskele kalkmış en sonunda, hmmm yakışıklı olmuş her yer, Daha önce görmedim ben buraları. Hızla  ilerliyorum önlere doğru, elimde emektar Iphone'um, başlıyorum çekmeye. Etrafımda canon'lar, samsung'lar, olsun yılmıyorum.. Artık alıştım duruma.






Ağzım açık tavanlara, duvalara baka baka ilerliyorum. Gözümde gözlük var ama onun üzerinden baktığımı fark ediyorum. Üzerinden bakmamak için kafamı daha da yukarı kaldırıyorum, aman Allahım daha embesil görünebilir miyim acaba?


Ağlama duygusundan sonra, o tanıdık sinir hali geldi. Bri an hiddetleniyorum çok, tarihin ve başka olanın  üstünü kapamalarına, kendinden önce geleni  yıkmalarına, karalamalarına. Ama bu yapılan işleme, özene de hayranlık duymamak elde değil ki? Nereye bakarsan bak, mozaik olsun, haç olsun, Allah'ın adı olsun, Hıristiyan olsun, Müslüman olsun büyük saygı ve sahiplenmek var. Doğru ya da yanlış, sadece sonuca saygı duyma halindeyim şu an.




Sonradan eklenen yapıların içinde ağzımı açık bırakan tek bir yer var, Sultan 1. Mahmud tarafından yaptrılan kütüphane. Duvarlarındaki çini işlemelere dokunmak, onlara sırtımı yaslayıp, kedilerim de iki yanımda kitap okumak istiyorum. O kadar da çok bir şey değil gerçi ama giremiyorum ki içeri. Burnumu dayamışım cama sadece bakıyorum. Fotoğraf çekesem de anlaşılmayacak ki, tüh ya.


Burada işim bitti, üst galeriye doğru çıkmak için ilerliyorum. Tam çıkarken, kapılardan birinin üstünde iki tane güvercin oynaşıyor. Onları izliyorum bir süre, nasıl da aldırmadan kurlaşıyorlar öyle. 

Üst galeriye çıkmak için  bir  rampdan geçmek zorundayım ve hatırlıyorum ki bu alan benim en sevdiğim yerlerden biriydi. Yerdeki taş döşeme benim için çok özel. Yıllar içinde aldığı görünüm çok şık. Ve hepisinin üstünden geçen binlerce yıllık tarihi düşününce hele. yerelere kadar sürünen etekler, tıkır tıkır ayak sesleri, yük aranasını çeken nal sesleri ve gücün altında ezilen ama hiç kırılmayan taş döşeme.






Rampayı çıkıyorum, ayy bitmek bilmiyor ama şükürler olsun burası çok nemli ve kalabalık değil. Hiç inen yok.

Üst galeriye ulaşıyorum ve hemen sola dönüyorum. Trabzanlara yaslanıp aşağıdaki insanları ve etrafı izliyorum. Mermer trabzanların önündeki ahşap trabzanlar ve onların üstündeki kandil konulması için yapılmış paslanmış halkalar. Aniden elimde toz bezi, etrafa girşme isteği duyuyorum..


Bir tane fotoğraf sergisi var, Ayasoyfa fotoğrafları, öylesine bir bakıyorum. sol kolda ilerlemeye devam da bi anda çıkışla karşılaşıyorum. Allahım yine mi, gerisin geri dönüyor ve küfrediyorum. Yahu kafam nerede, Dilek hep sağdan. sağdan....


Karşı balkonda güneş pencerelerden süzülüp yerleri yalıyor, mermer taban. temiz, ferah...
Herkesler basıyor yere ama bakmıyor. Ufak ayaklar, büyük ayaklar,  Fransız manikürlüsü,  çocuk arabası, anaaa kovboy çizmesi. Kovboy çizmesi? Hemen sahibine bakıyorum, galiba bir çeşit ünlü amcam çünkü yanında biri de sürekli kameraya alıyor onu, herhalde bir proje için özel. Neden burada hiçbir fikrim yok ama olsun varsın o da gelsin.



Pencerlerden dışarı bakıyorum, harika bir manzara. Aslında boyum yetmiyor tabii ki, ayak ucundayım. şansımı deniyor ve bir fotoğraf  çekiyorum. Sonuç, leş :)


Ahh be anacım, ne yaptın sen Tarık ya? Böyle de olmaz ki, cık cık. Yawrum, senin hiç mi saygın yok ama cesaretin karşısında hürmetle eğiliyorum. Acaba Tarık Alp şimdi kaç yaşında?


Burada müzede herşey düzenli görevliler sizi yönlendiriyor. Giriş çıkış ayrı kapılardan. O eski kargaşa yok artık.

Çıkış kapısına doğru ilerliyorum ve işte ilk kez geçeceğim bir yer daha. Arka taraftaki, iniş rampası.
Burası daha sıcak ve nemli. Çıkarken kullanılan rampa kadar ilginiç değil ama Ok.

Şimdi Ayasofya'nın bahçesindeki dinlenme alanındayım. Defterimi açıyorum, en sonunda yakabildiğim sigaramı, serin serin içiyorum.  Bir şey almak istemioyurm cafeden, herhalde sorun çıkarmaz kimse.

İçerde gezinen çeşit çeşit insanı düşünüyorum bir anda. Ne kadar garip bir şey, hayatlarımızı bu kadar farklıyken, tek bir mekanda aynı amaç için oradayız. Merak ve görme isteği. Sonuç aynı mı bilemiyorum ama bir çoğu ile aynı şeyi hissettiğimden eminim şu an, hepimiz aslında hiçiz.

Muzzam çinilerle döşenmiş kütüphanede aklım hala, neden giremiyorum ki?

Yine acıktığımı fark ediyorum. Bu yaz sıcaklar yüzünden gündüz vakti yemek yiyemiyorum ama serinlikte acıkıyorum tabi. Biraz sağlıksız durum ama kilo da vermedim değil. Şikayet edemeyeceğim.

Bu sefer Sultanahmet'de yemek yiyeceğim. Şurada bir bolkepçeci vardı, bakayım bir ne durumda..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder