29 Ağustos 2010 Pazar

Can Restoran ve eve dönüş

25 Ağustos 2010, Çarşamba

Ayasofya Müzesi'nden çıkınca hemen Sultanahmet meydanını geçiyor ve yiyecek bir şeyler arıyorum. Hah, Can'dı restoranın adı, tam da gitmek istediğim yer, tarihi bolkepçeci. Şöyle bir bakıyorum yemeklere, pek iç açıcı değil ama köfte yemek istemiyorum. Hmmm, neler olabilir, bakalım? En olabilecekleri söylüyorum, az mercimek çorbası, biraz pilav ve bamya.
Amanın o da ne, pilav'ın her tanesinden vıcık vıcık yağ damlıyor, kalsın kalsın. Ben cacık alayım.

Yerime geçip, çorbadan bir kaşık alıyorum. Uffff, yahu bir mercimek çorbasını doğru düzgün yapmak ne kadar zor olabilir. Kırmızı biberi ve limonu boca ediyorum, bana mısın demiyor. Sıra bamyada, korkuyorum denemeye ve haklıymışım, çok feci. Kırmızı biber, karabiberle gözümü karartıp biraz yemeye çalışıyorum. tek sebebim "Dilekçim, uzun zamandır sebze yemiyorsun, ne kadar kötü olsa da ye!". İyi ki cacık almışım, yoğurt ve  hıyar, bundan iyisi can sağlığı. Utanmasam içine ekmek doğrayıp yiyeceğim.

Bu sırada gözüm yan masadaki 3 genç Japon hatuna takılıyor. Önlerinde 7-8 çeşit yemek var. Neredeyse herşeyden almışlar.  O kadar kötü yiyorlar ki herşey parça pinçik, ekmeklerin içi yenmiş, kabuklar duruyor. Hem yeme şekilleri hem de yedikleri şeyler yüzünden benim midem bulanırken, onlar çok mutlu.

Bu muazzam yemek için ödediğim ücret 12,5 TL. Aslında normal bir fiyat ama yine de feci kazıklanmış hissediyorum, tadlarından hoşlanmadım. Bahşiş bırakmadan ayrılıyorum. Büyük ceza verdim ve bir daha da gitmeyeceğim.

Dönüş yolundayım ve kesinlikle tramvaya binmeyeceğim. Gerçekten en son istediğim şey, tanımadığım insanlarla haşır neşir olmak, hem de haddinden fazla. gereksiz alışverişte bulunmaya gerek yok.

Yürüyorum ufak ufak, etrafa bakına bakına. Sultanahmet, Gülhane, Sirkeci.

Bir kebapçıya gözüme takılıyor.. Tam girişe 2 tane şirin mi şirin oyuncak koç koymuşlar ve içerde müşteriler et yiyor. Barbarız biz ama tatli barbarlar.  Hayatta yiyemem orada, mesela kuzu şiş. Hem oyuncak koy, durumu olabilecek en şirin ve çocuksu hale getir, sonra da şişte servis et, yok artık.

Sirkeci Gar'ının orada, adamın teki yerleri çekiyor, hahah a bir manyak daha, yere takılmış, taksi tekeri ve asfalt. Sevdim adamcağızı bir an, yakın hissediyorum kendime, gel sarılıcam.

Sirkeci ışıklardayım, trafik ise kaotik. Oh be, iyi ki yayayım. Ama aklım bir an scooter'um olsa, acaba hangi boşluklardan kaçardım hesabına gidiyor. Tatlı hayaller bunlar, ahh ahhh...

Balık ekmek kokuları arasında köprüye ulaşıyorum, bir gün gözümü karartıp yiyeceğim. Buradan sonra istikamet Karaköy. 
Köprüden geçerken, fark ediyorum ki beynim içinde günlük işlerin karmaşası var, heyheler gelmiş yine. Ve ben somurta somurta yürüyorum, ayaklarıma baka baka. Bir anda ayıldım, orada olma sebebim farklı, hemen kafamı kaldırıyor ve bakınıyorum. Manzaramda vapurlar, motorlar, deniz, güneş, kuşlar ve minareler. Derin bir nefes alıyor ve gülümsemeye başlıyorum. Unutmamam lazım nerede olduğumu ve olduğum yerden zevk almayı.



Yürürken yabancıları inceliyorum, yürüşlerini, kıyafetlerini ve nereli olduklarını tahmin etmeye çalışıyorum. Özellikle hatunlara takılıyorum. Yaa anlamıyorum, ne kadar pürüssüz tenleri var öyle ve de nasıl bu bronz, altın rengini alabiliyorlar, ne kullanıyorlar? Ben de istiyorum.

Köprüyü geçtim ve karşıya geçmem gerekiyor. Ama tam bir karmaşa, yer altı geçidini kullanmak istemiyorum zira oradaki herşeyi alasım geliyor, ütüden tut pile kadar. 
Bu arada sürekli kendimi fotoğraflama çabasındayım, ehhh yalnız olunca böyle komik hallere düşüyorum ister istemez..
Hahahah a çantam yüzünden gayet hamile gibi çıkmışım.



Tramvay  yüzünden artık olmayan kaldırım tarafında yürüyorum, yani Karaköy-Kabataş yönünün sol tarafındayım. Dükkanlara, etrafa insanlara bakıyorum. Herkes ne kadar farklı ve ne kadar aynı. Onlarla aynı dili konuşmuyor ve güvende hissetmiyorum yanlarında. Her an birisi çıkıp, lafa atacakmış gibi geliyor.

Kafayı biraz yukarlara kaldırınca, sokak aralarından geçmiş beni selamlıyor, çirkin binaların arkasından göz kırpıyor, acaba bu fotoğraftan anlaşılabilecek mi?

  
Son 2 hafta içinde bu yoldan ne kadar çok geçtim, kendimi caddenin delisi gibi hissediyorum, yakında esnafla selamlaşmaya da başlarım.

Eve gitme vakti geldi, offf yine mi Tophane'den yukarı.. Şu İtalyan yokuşu beni mahvediyor ama en kesitirme yol, bir de herhalde bu kadar yokuş yukarı çıkmak kalçam için de bir işe yarıyordur. (yaramamışsa da lütfen bu konuda yorum yapılmasın (: )

İtalyan Hastanesi'nin önünden geçerken, geçen gün başıma gelenleri hatırlıyorum;
Bodrum tatili sonrası ayağımda çıkan iki garip noktacık için Alman hastanesi yerine İtalyan'a gideyim dedim, farklı bir şeyler yapmaya çalışıyorum ya, bir de hep merak ederim nasıl bir hastane burası diye... İçeri girdim ve  lobide uyuyan doktorla ve hemşirelerle karşılandım. Noluyo ya derken, kameraları gördüm, sanırım burası sadece bir dekor hastane..
Uzaktaki danışmaya gittim ve bu hastanenin onkoloji dalında uzman olduğunu, cildiye olmadığını öğrendim ama o konuda da şüpheliyim, sanki hiç hasta yok ve burası hayaletlere dolu. Ben de, el mahkum Alman'a doğru ilerledim...

Sonunda yokuşu tamamlıyorum ama eve gidecek durumda değilim, çok sıcak ve tuvalet molası lazım. Defne evde mi acaba? Ohhh evet evet, evdeymiş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder