26 Ağustos 2010 Perşembe

Arkeoloji Müzesi Bahçesi ve Çinili Köşk Müzesi

24 Ağustos 2010, Salı


Yorgun ve bitik halde Arkeoloji Müzesi'nden çıkıyorum. O kadar aç ve yorgunum ki, hareket edecek halim yok. Şaşkın bir halde etrafa bakınıyorum, ne yerim ne içerim. Tavsiyelere üzerine müze içindeki yüksek standarttaki cafe yerine bahçedekini tercih ediyorum tabii ki. Hızla karşımda duran cafeye doğru ilerliyorum, ama önce meraklı turist edası ile çevreye bakıyorum, heryerde bir şey var, inanılmaz.

Cafe diyorum ama yanlış anlaşılmasın. Hizmeti veren ufak ahşap bir kulube ve etrafında 10-12 tane masa var. Tek farkı her tarafım mezar taşları, heykeller, sütun başlıkları ile çevrili. Hemen bir yer buluyorum, kapılmasın diye de İstanbul kitabı masada bırakıyorum, sanki hiç boş masa yok etrafta. Nedir canım bu sürekli bir yarışma hali, rahatla biraz Dilek. Acaba o anda suratım ne halde, yorgun, aç ve bitkin, şükürler olsun ki bana tutulan bir ayna olmuyo öyle zamanlarda  karşımda.

Bir filtre kahve ve su alıyorum, hemen masaya oturuyorum, 7 TL fena değil de neden kahve Lipton bardağında veriliyor, böyle şeylere çok takılıyorum. Lipton kahve markası değil ki. Sızlanma Dilek sızlanma Nescafe de içmek zorunda kalabilirdin. 

Artık masamdayım, görev tamamlandı, kulağımda Tori Amos tatlı tatlı söylüyor. Kahvemi içiyorum, açlığım geçiyor hafiften, mutluyum.  Ağaç gölgesinin altında, asırlık ağaçlar koruyor beni acımasızlıktan, uzun tüylü siyah kedi, kız mı erkek mi anlamadığım çocuğun bacakları arasında, mırıldana mırıldana geziniyor. Rüzgar yalnız bırakmıyor, tatlı serinlik benimle. Her şey mükemmel.
Her yanımdan tarih fışkırıyor, hiç bir düzenleme olmamasına rağmen müzeden çok daha başarılı, sanki her parça doğal ortamında olmaktan memnun.

Kitaplarım ve defterim önümde. Ödevimi yapmak için ilk sayfayı açıyor ve yazmaya başlıyorum. Tek çıkan şey 2,5 saatlik gezimin ardından şikayetler sinsilesi. Yazmayı bırakıyor ve Shantaram'ı okumaya başlıyorum. Tatlı bir huzur kaplıyor içimi. Tori susmuş bile farkında değilim, bir anda kuşların aşkla birbirine şakıması içinde buluyorum kendimi. Tüm sinirim geçiyor ve İstanbul'u aniden sevmeye başlıyorum. Gizli kalmış güzelliklerine hayran oluyorum. Derin derin nefes alıyorum, bir daha hiç alamayacakmış gibi. Düşünmeye başlıyorum, burası gibi daha ne kadar çok gizli cennet köşesi saklanıyor, acilinden keşfetmek gerek.

Ayaklarımı yavaşça diğer sandalyeye uzatıyorum, ee dinlenmem lazım. Ama hafiften korku var sanki bir görevli gelecek ve "hanımefendi, ayak uzatmak yassah" diyecek. Bakıyorum ki gelen giden yok, daha da rahatlıyorum. nasıl bir gevşeklik anlatamam, tüm eklemelerim mutlu, belim de ağrımıyor. 

Bir anda yine yazma dürtüsü geliyor ve kalemi alıyorum elime, hızlı hızlı yazıyorum, bu sefer güzel şeyler çıkıyor,  hayret ve merak var kelimelerin özünde. O anda blog yazma düşüncesi beliriyor ve planlar kurmaya başlıyorum. Ben ve planlarım, hiç yabancı değilim bu duruma ama bu sefer germiyor beni zaten herşey belli. Sadece gezilecek yerler ve ben olacağım. Eğrisiyle doğrusuyla yazacağım. Evet evet seviyorum ben bu projeyi, tez elden çalışmaya başlayacağım. Ohh be en sonunda beni meşgul edecek bir şey de buldum.

Shantaram'dan bir bölümü daha bitirdikten sonra, kalkıyorum masadan, yüzümde geniş bir gülümseme var, gururluyum nedense. İşte oluyor bazen öyle, kendi kendime dertleniyorum, kızıyorum sonra çözüyorum, konuşa konuşa geziyorum. Tabii genelde söyleniyor oluyorum ya neyse.

Cafe alanından çıkıp hemen sol tarafa yöneliyorum, hedefim Çinili Köşk Müzesi. Topkapı Sarayı'nın ilk binası, Fatih Sultan Mehmed yaptırmış, yüreğine sağlık.

İçeri görmeden önce öyle çok büyük bir beklentim yok, ne olabilir ki, duvarlar çini kaplama, porselen koleksiyonlar falan filan işte, amaç gidip görmek olsun. Bir de yani hiç alakam yok çiniyle, porselenle.

Giriş kapısından adımı atar atmaz, içimi tatlı bir sıcaklık kaplıyor. genişlik, ferahlık beni içine çekiyor, artık 2010'da değil de 1470'lerdeyim.  Biliyorum çok saçma ama kendimi kaybediyorum burada ve o dönemde tam da burada yaşadığımı düşünüyorum. Belki de mavinin sarhoşluğu, duvarlardaki çinilerin döşenme şekli, parlaklığı, temizliği... Cevabım yok buna. Garip bir dinginlik hakim. Sürekli kapılara ve duvarlara dokunuyorum, utanmasam yanağımı yaslayacağım, hissi serinlik (şu an bile midemde aynı his var). Ufacık binada akıl almaz bir ihtişam var.

Yine uzaklara gidiyorum, bu kapılar ardında neler oldu, kim kime kızdı, kim kimle sevişti, ne kavgalar edildi, ne idam kararları alındı, kurdukça kuruyorum, kendimden geçiyorum.

Kubbelerdeki pencere ve vitraylarla yapılan ışık oyunları, rengarenk geziniyorlar salonların içinde. Açık pencereden bakıyorum, Gülhane Parkı sakince beni bekliyor. Hemen fotoğraf çekmem lazım, çekiyorum ama bir türlü benim gördüğüm sahne çıkmıyor ekranda. Sinirleniyorum, ne bekliyorsam Iphone'dan. İşte o anda karar veriyorum ki bir kamera almam şart. Kendi gördüğümü çekmek istiyorum, bundan daha doğal ne olabilir?


Sürekli duvarları, mermer tabanları ve pencereleri çekiyorum ama nafile, hahaha durumum içler acısı, Allah'tan bir gören yok, yazık şapşal, yerli turiste :)




Şaşkın şakın gezinirken bir bakıyorum yine giriş kapısının önündeyim, nasıl yani bu kadar mı? Eee, daha gezecektim ben, bu kadar çabuk uyandırılır mı?

Bu arada sırf kapı, pencere yok tabii başka eserler de sergileniyor, farklı tekniklerdeki çini koleksiyonlar, Fatih Sultan Mehmet'in eşyaları gibi. Hepsini çok  seviyorum, nedense.  Oh, iyi ki gelmişim derken telefon çalıyor, şimdi mi ya?

Apar topar çıkıyorum, hoşçakalın güzellikler, tekrar geleceğim, nasıl olsa Müze Kart'ım var ve ayrıca gezmem gereken bir yer kaldı, Eski Şark Eserleri Müzesi (kapalı 31 Ağustos'a kadar).


Hızla tramvay durağına gidiyorum, Karaköy'e gitmeliyim. Zaten büyü bozuldu, tüm müh derken acı gerçek beni daha da beter yakalıyor. Keskin ter kokusu ve kalabalık. Nefes almamaya çalışarak ineceğim durağı bekliyorum.
En sonunda dışardayım, dünya varmış. Şimdi koşarak notere yetişmem  gerekiyor, sonrasında da İstanbul Modern Müzesi'ne gidip Hüseyin Çağlayan sergisini gezeceğim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder