27 Ağustos 2010 Cuma

Türk ve İslam Eserleri Müzesi

25 Ağustos 2010, Çarşamba


Önceki günün yorgunluğu ve onu izleyen uzun bir gecenin ardından ancak saat 14:30'da evden çıkabiliyorum.  Güzergah yine aynı, Sultanahmet civarı.


Fındıklı'dan tramvaya biniyorum, elimde İstanbul kitabım, acaba hangi durakta inmek daha makul diye bakınırken, uzaktan bir ses "Do you need help?" bende ki cevap "No, thanks". 
Hahahha ne diye İngilizce cevap veriyorsam, gülüyorum kendi kendime, ama artık resmi olarak ben bir Turist'im ..

Sonra adam geliyor yanıma ve soruyor, "Are you Italian?" Gururum okşanıyor ne yalan söyleyeyim ama uzatmayalım artık. "Yok, Türk'üm ben !"
Ehh, doğal olarak adamın ilgisi değişiyor ve ben adamdan da uzaklaşmak için hemen boş koltuğa doğru ilerliyorum. Eee, yaş da artık geldi, öyle saatlerce ayakta duracak bir lüksüm yok, oturacağım tabii ki.


Kitapta detaylara bakarken müzelerin 16:30'da kapanacığını fark ediyorum, saate bakıyorum 14:35. Eyvah, nasıl yetişecek hepsi, malum panik hali, üfffff yine mi?


İtili kakıla iniyorum Sultanahmet durağında.


Hava haddinden fazla sıcak ve ben bu daracık kot şortla ne yapıyorum, her adımda üzerime biraz daha yapışıyor sanki, imdat. Allahtan akıllılık edip, Shantaram'ı evde bıraktım yerini daha ince bir kitap aldım, okuyabileceğimi pek sanmıyorum ama.

 
Hmmm, acaba müze nerede? Sormam gerekiyor ve hemen karşıdaki büfe'ye yönleniyorum.
"Afedersiniz, Türk ve İslam Eserleri Müzesi ne tarafta?",
"Parkı geçin, sağda, hemen şu binanın arkasında"
"Teşekkürker, adliyenin arkasında yani.."
"Evet"


Eh be Dilek, adam söylüyor işte parktan aşağı in, ne diye ben buraları bilirim edasında burnumun dikine gidiyorum. Ne o adliyenin arkasıymış.

Adliyeyi geçtim, sola döndüm ve kayboldum. Bu sırada sürekli telefonda konuşuyorum, hala konu noter işleri.
Tekrar soruyorum birisine, o da bilmiyor, başkasına soruyorum ve adamcağız tam arkamdaki binayı gösteriyor. Tam arkam diyorsam da arada bir meydan mesafe var yani, görmemem çok normal de yine de  söyleniyorum kendi kendime "yahu, elin turisti, tee Avusturalya'lardan gelip buluyor da ben bir müzeyi nasıl bulamıyorum? "

İçeri giriyorum, yine öylesine bir güvenlik kontrolü ve Müze Kart'lı olmanın guruyla emin adımlarla ilerliyorum.

Müze binası, Doğu Roma İmparatorluğu  hipodromunun üzerine inşa edilmiş, bunu bilmek bile daha da değerli olmasına yetiyor. Hayret, heryerde yönlendirme var, şahane. Merdivenlerden çıktım, bir avlu kaşıladı beni. Avlu, vakur bir edayla beni selamlıyor, "ooo Dilek Hanım uzun zamandır sizi bekliyorduk, hoşgeldiniz".


Ana bina girişinin hemen yanında cafesi de var, mola vermek için güzel olabilir ama pek vaktim olamayacak, zaten bu sefer suyum yanımda ki bugün haddinden fazla tüketmek zorunda kalabilirim. Ahhh bir önceki gece,  ah ahhh...


Merdivenlerden çıkıyorum, hala her yerde yönlendirme var, sanırım benim geleceğimi farketmişler.

Ana koridor serin denilebilir ama ufak odalara girdikçe ağır bir sıcakla karşılaşıyorum. Acaba eserlerin korunması için seçilen bir derece mi yoksa havalandırma eksiği mi? Cevabını bilmiyorum ama nefes almak bile çok zor o esnada, eh bu durumda benim konsantrasyon yerlebir etti, dağıldım gittim. Kendimle mi uğraşayım, eserlere mi bakayım?


Şimdi bir ana koridor var ve her iki yanında sergilenen eserler: kaide üzerinde, duvarda. Bir sağa bir sola bakıyorum, okuyorum anlamaya çalışıyorum. Wallahi bu iş zor iş, emek istiyor, mesai istiyor. Bilgi istiyor en önemlisi.

Odacıklar koridorun sağında kalıyor ve çoğunluğu birbirine bağlı, ara kapılarla. Atlamadan gezmeye çalışıyorum da kolay değil. Bir oda bitiyor ve yine koridora çıkıyorum, bu arada odayı gezerken koridordaki arka kısmını görmemiş olduğum için tekrar geri gidiyorum, Bir ileri, bir içeri, bir dışarı, bir geri...Şaşırmıyorum artık, eksik bilgilendirmelere ve boş kalmış vitrinlere. Bunun kesin bir anlamı olmalı. Müzecilikte çığır açacağız, "Boşlukları doldurun, 17 hatayı bulun, ömür boyu müzelere bedava giriş hakkını kazanın".  



Gezenin dikkatini ve sabrını ölçmek üzere yapılmış bir özel çalışma aslında.

Dikkatimi çekiyor, çok fazla yabancı turist yok ve genelde yerli, belki de bana denk gelmiyor. Kim bilir?


Yüzlerce eser var, asırlık mimari örnekleri, kitabeler, yazıtlar, sikkeler, taş işçiliği, çiniler,  var da var, say say bitmez. Ama benim en çok ilgilendiklerim muazzam kapı ve pencere örnekleri oluyor.
Ahşap oymalar, dökme demir  kapı kolları, binlerce kez kullanılmış anahtar delikleri.
Hepsinin hikayesinin içinde ayrı ayrı kayboluyorum. Ahşap işçiliğinin ustalığı karşısında hürmetle eğliyorum ve tabii ki hepsine tek tek dokunuyorum. Zafer!

Aklıma Tunus geliyor. Orada da herkes manzara fotoğrafı çekerken ben kapıları çekiyordum, acaba ne demek, küçükken kapı arasında mı sıkışıp kaldım da çözemediğim bir olay mı var?



Sıra halı kısmına geliyor.  13.yy'dan kalma halılar, paramparça, hem kullanılmaktan yıpranmışlar hem de zamana yenik düşmüşler
Dilleri olsa da konuşsalar, bize hikayeler anlatsalar. Kimler yürüdü üstlerinde, kimler raks etti, ne kadar kan aktı, kim kimi dövdü. Geçmiş zamana kaymışım bir kere.

Renklerin karşısında nutkum tutuluyor ama onlara dokunmaya kıyamıyorum, zaten izin de vermiyorlar.
O kadar narin ve kırılgan görünüyorlar ki, elimden sadece fotoğraf çekmek geliyor ve tabii ki başarısız, istediğim şekilde olmuyorlar ama yılmak yok.


Bu arada sanırım bu link'te çok daha iyi resimler bulunabilir. Hıh...


Bu arada halıların sergilendiği salonun da ihtişamı anlatılamaz, serin, ferah.. Tavandan tabana görülmesi gereken bir yer.




Aaaaa çıkış kapısı, hayırdır, erken bitti yine... Saate bakıyoruz 15:15, super..
Kapıdan çıkınca, muazzam bir manzara ile kaşılaşıyorum. Yahu ne kadar zevke sefaya düşkünmüş bu Osmanlı'lar, helali hoş olsun.




Merdivenlerden inince hemen Etnoğrafya kısmına denk geliyorum, olley zaman var, gezebileceğim.

Bu kısımda Anadolu'ya ait yaşam şekilleri ve kadınlarımız var. Yörük çadırından Bursa'daki bir yöresel ev'e kadar bir çok farklı kırsal yaşam canlandırmalarının  olduğu camekan bölümlerden oluşuyor.
Halı, kilim dokuma ve kök boya üzerine detaylı bir bilgilendirme, gayet şık. 

Sergi sonunda İstanbul'daki bir ev içi gösteriliyor ve benim gözüme çarpan detay, mankenlerden birindeki kırmızı çarıklar. Sanki bana yanlışmış gibi geliyor, bunu da araştırmam lazım. Yani modern çizginin altında bu çarıklar daha kırsal bir tarzı yansıtıyor.



Bursa'daki yöresel ev canlandırmasında herşey çok güzel  de şu hasır sepetteki meyvelerin ne işi var? Yani tabii ki meyve yemek onların da hakkı da keşke daha iyi bir maket koyulmuş olsaydı, çok sırıtıyor.



Bu arada iki bayan güvenlik görevlisi sergi içinde volt aatıyor ve ağır dedikodu yapıyorlar, elleri tam arkada bellerinde. Bir yukarı, bir aşağı. Zor tuttuyorum kendimi "yok yok, hanımlar boşuna uğraşmayın, kesinlikle değiştiremezsiniz! " dememek için. Sana ne Dilek, sana ne?

Etnoğrafya'yı da bitirdikten sonra avluda geziniyorum daha başka görmem gereken yer var mı diye. Her kapıya bakıyorum, biri müdüriyet, biri depo. Ahaaa, bir kapı aralık ona doğru ilerliyorum, içerde temizlik mazlemeleri falan var, merakla bakıyorum. Önümde koskaca yazan "görevliler dışında girilmez" levhasını farketmemişim ama bir görevli gösteriyor.
Anlaşıldı artık burada işim bitti, yavaştan çıkayım ben. Yönledirmeleri takip ederek ilerliyorum. İkinci adres Ayasofya Müzesi, ileri.

Saat 15:30, sadece 1 saatim var...













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder