3 Eylül 2010 Cuma

Galata Kulesi ve çevresi

26 Ağustos 2010, Perşembe

Mevlevihane'nin kapalı olmasından dolayı hevesim kırılmış bir şekilde yokuştan aşağı iniyorum, Galip Dede Caddesi. Yokuş boyunca incikçi-boncukçu, taze sıkılmış meyve sucusu... Kaldırımlarda yürüyecek yer yok, yaya da oto da yolda..

Kuledibi meydana ulaşıyorum, hedefim de dimdik ayakta beni bekliyor, Galata Kulesi. Meydanda restoranlar, cafeler, kahveler, aslında sakin bir gün belki de Ramazan olduğu için.

Kuleye çıkmadan önce bir kaç telefon etmek durumundayım, günün gelişmelerinin anlatılacağı kısacık görüşmeler. Bundan istifade oturuyorum bir köşeye, gölgedeyim, dinlenebilirim de sıkılıyorum aynı konulardan, ben sıkılıyorsam karşımdaki ne yapsın? Telefon faslından vaz geçeyim ve kuleye çıkayım ki listem devamlılık göstersin.


İçeri girdim, hafiften klostrofobik geldi bana, tamam tavan vs yüksek de hani dar biraz.
Girişte sağda resepsiyon var, bilet almak için bekliyorum. Tabii ki Müze Kart geçmiyor. 10 TL, tam tamına 10 TL. Eh ne yapalım, vereceğim.

Asansör bekliorum, yukarı çıkmak için, şimdiden geriliyorum asansore binme düşüncesinden.. Sıcak, havasız, dar bir alan ve ter kokmasının olasılığı.
Hem asansör dışında hem de içinde ekranlarda Galata Kule'sinde düzenlenen gece eğlencelerini tanıtıcı reklamlar dönüyor. Aman Allahım, bu ne zevksizlik.. Bir çekim rezalet, iki masa düzenleri. Mal mal oturan figürasyon sahnedeki dansöze öylesine bakıyor. Bir de leziz Türk mutfağı tanıtımı sadece koca bir  bardak sudan ibaret.
Asansöre binip yine aynı şeyi izleyince ben de hayallere dalıyorum. Ben olsam nasıl bir yer açarım, bu reklam filmini kimlere çektiririm falan filan, havalardayım yani, yüksek hayallerde.

Asansörden 7. katta iniyor ve  son iki katı da merdivenle çıkıyorum. 8. kat kapalı akşam restoran olarak hizmet verecek sadece. Bir tane paravanla girişi engellenmiş ama meraklıyım ya, dayanamayıp kafamı içeri sokuyorum.. Hoşlanmadım.. Ahşap ağırlıklı dekor, samimi değil, rengi pek bir kaypak.
Bir üst katta kafeterya var, o katta kulenin dışına çıkılıyor. Ufak kapıdan dışarı çıkıyorum hemen yönledirme var, sağda, sağdan gideceğim.
Hala aklım verdiğim 10 TL'de, amaan diyorum ne gerek var, her gün geçtiğin yerlere neden tepeden bakıyorum hiç, öfff ve pöff.

En sonunda dışardayım, önce derin bir nefes alıyorum, kalabalık, et ete değiyor herkes, fotoğraf çekenler çektirenler, sigara yakıp içenler ve manzaraya dalıp gidenler, yolu tıkayıp da yürümeyenler.. Ahh ah nasıl da sinir oluyorum bu duruma.

İlk manzaram, Kuledibi meydan. Daha önce fark etmediğim yeni bir binaya takılıyor gözüm. Acaba bunun terasında ne var, işletme ne olacak, parti yapılabilir mi?


Aaaa, Candaşım'ın evi de orada..Yıllarca, onun terasından gözetlediğim kuleden bu sefer onun evine doğru bakıyorum. O burada değil ama olsun, nasıl olsa gelecek.

Tüm Haliç kıyıları, Galata, Tünel ve daha da uzaklar ayağımın altında adeta. Aşağıda gezinen ufacık insanları, trafikte ilerlemeye çalışan arabaları izliyorum. Aklımsa daha çok binaların teraslarında ve orada yaşayanlarda. Binaların arasında zar zor yeşermiş ağaçların yeşilleri, teraslarda olan çiçekleri ve ufak ağaçları izliyorum. Kimler yaşıyor, ne alemler yapılıyor ya da hangi resimler yapıldı,, hangi şiirler yazıldı.
Sıcak yaz gününde terli sevişmelerin ardından hangi çift nasıl bir kavgayla ayrıldı. Tek tek bakıyorum.

Bu düşüncelerde kaybolmuşken bir anda manzara sanki daha farklı. Yıllarca çarpık kentleşme dediğim, düzensiz yerleşim yüzünden sevmediğim, burun kıvırdığım İstanbulum'a bakıyorum. Bu çarpıklığın arasında herkesin ve herşeyin aslında bir yeri olduğunu ve aslında olması gereken yerde olduğunu görüyorum.
Karmaşanın yarattığı vahşi güzellik, zamanlar arası ve farklı kültürlerin varolma savaşı. Binalar yapılmış, içlerinde yaşanmış, ölünmüş, terk edilmiş, yeni sahipleri olmuş, sevilmişler, süslenmişler, bugüne gelmişler..
Yorgun taş duvarları inatla dayanıyor, yüksek tavanları bizi taşımaya ve korumaya devam ediyor.. Akan damları her seferinde yenileniyor, yine akıyor  ama yine de seviliyor.
Uzaklara dalıyorum, yüksek tavanlı taş binaların yerini alçak tavan ve beton yığınları alıyor ama olsun hepsinin bir hikayesi var, öyle ya da böyle seviyorum.

Şu an çok sıcak, tam güneşin altındayım ve olamayacağım kadar yakınında, kısılmış gözlerle bakınırken Candaş ve Dara geliyor aklıma, seviyorum ya mutluyum, özlemişim.. Gülümsüyorum.
Çatılardaki kiremitler, teraslardaki sandalyeler, masalar, bitkiler, binaların arasında olmadık yerlerden çıkıp yaşama savaşı veren yeşilliklere bakıp derin bir nefes alıyorum.



Bir anda aşağıdan yaygın bir ses yukarı doğru yükseliyor. Sırma su kamyonun şoförü diğer şoföre bağırıyor. Amaaan be bütün büyü bozuldu, Ipod start...

Son zamanlarda yükseklik korkum olduğunu düşünüyordum ama gariptir ki buraya çıktığımdan beri hiç bir korku hissetmedim, aksine daha da yükseğe çıkabilsem keşke. Sanırım ayağımın yere sağlam basmasıyla alaklı ve o yerin sağlam olmasıyla. Aslında her şey güvenebilmekle alakalı, evet evet.
Bu kule güven veriyor,  sekiz yüzyıllık geçimişi ve duruşuyla,  Bu zaman içerinde ne yangınlar, ne fırtınalar geçirmiş, ama o hep ayakta. 

Elimde defter, çarpuk çurpuk, düşüncelerimi yazmaya çalışırken bir delikanlı yanlışlıkla koluma çarptı ve gayet nazik özür dilemek için iki kolunu da kaldırınca, rüzgar da tersten esince ekşi aromatik ter kokusu tüm genzime doldu. Ahh yine mi buldun beni, neden?

Bir anda telaş kapladı beni, daha çok gezmem gereken yer var ve ben tüm bunları yazarken bir sonrakini unutuyorum.. Elimden geldiğince not alıyorum ama nereye kadar? Elimde bir defter ve kalemle gezmek mi daha garip yoksa bir kayıt cihazıyla konuşa konuşa gezmek mi? Bir taraftan da yazımı okuyamam tehlikesini de unutmamak lazım.

360 derecemi dolduruyor ve de çıkışa doğru yürüyorum. Bu arada ne kadar hoş yakışıklı turist arkadaşlar var etrafta yahu.. Kapı baca, taş toprak bakacağım derken dünyanın nimetlerini de görmemezlikten gelemeyeceğim. Hafiften flört etmenin ne sakıncası olabilir ki sonuçta aynı yolun yolcusuyuz, İstanbul'un. Aaa iki tane daha, sanırım bunlar da İtalyan. 

Bu sefer asansörde tek başıma inme lüksüne sahibim. Yine gözum ekrandaki çirkin gece eğlencesinde. Zemin kata indim, kapı açıldı ve yine büyük bir Japon turist kafilesinin içinde buluyorum kendimi. İmdat, acilen dışarı çıkmam gerek.

Dışarı çıkınca, kuleden gördüğüm bir binayı bulmak için daha da içerlere giriyorum.
Bu dar sokaklarda her gün yeni bir dükkan, butik ya da cafe açılıyor. Eğlenceli bir yer olmuş. 15 sene önce olanla şimdinin arasındaki fark inanılmaz. Umarım çok çok daha güzel bir yer haline gelir.


Uff bu ne ya, bu koku ne ya? ayy tam arkamda.. Nasıl da işledi tüm hücrelerime, acı çöp kokusu.. nerede bu Belediye? Çöpler neden kalmış burada.. Temizlik imandan ise neden caminin tam karşısı bu şekilde.. Ahh ahh... Hemen kaçıyorum.



Benim kuleden görüp de  Neveşalom Sinagogu sandığım bina meğerse Reşat Belger Bey Göz Araştırma Hastanesi'ymiş. Güzel bir bina. Tarihi 1875'lere kadar uzanıyor. Bu zamana kadar hep hastane olarak kullanılmış, değişik alanlarda hizmet vermiş ve en sonunda göz hastalıkları dalında hizmet veren bi kurum haline gelmiş..
Binanın duvarlarının, yorgun merdivenlerinin ve bahçesindeki her taşın bu uzun senelerin izlerini taşıdığını hissedebiliyorum.


Yavaştan Galata tarafından ayrılma vakti geldi.. Kuleci Hendek Sokak'tan aşağı, Kemeraltı Caddesi'ne doğru iniyorum. Sokağa, evlere ve yeni açılan atölyelere, sanat merkezlerine, yenilenmiş binalara bakıp, nasıl da değişim içerisinde olduğumuzu fark ediyorum.
Hmm, bir satılık daire, 175 m2, hem de sahibinden... Acaba ne kadar? Akıllıca bir yatırım olabilir, numarayı alayım, merak ettim..

Hemen satılık dairenin yanındaki bir vitrin dikkatimi çekiyor ve de hoşuma gidiyor. Ama korkumu da engelleyemiyorum, burayı da istila ediyoruz, ilgimizle, bilgimizle, sanatımızla. Orada olanı çıkarıyor ve de yerleşiyoruz. Tam bir sömürge durumu sanki.. Ne zaman terk edip gideceğiz..


Ana yola indim, İstanbul Modern'e doğru ilerliyorum.
Bugün günlerden Perşembe, ücretsiz giriş günü ve ben "Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar" sergisini gezmeye gidiyorum...

 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder