1 Eylül 2010 Çarşamba

Pera Müzesi

26 Ağustos 2010, Perşembe

Pera Müzesi'nin yeri bende ayrı, öyle gittiğimden ve de çok sevdiğimden değil. Pera Müzesi demek Banu demek, bir türlü yaratılmayan zaman demek, çok iş demek, unutmak demek...
Banu'yla bu sene hep plan yaptık, Pera Müzesi'ne gidelim, sergiye bakalım ama olmadı, olamadı. Neden, çünkü çoook işimiz vardı hep. 
Bugün de Banu U2 İstanbul konseri ve Akbank 20. Caz Festivali için zaten haddinden fazla çalışırken ben iki kişilik gezeceğim. Gelecek sefer onu da alacağım ama.

Pera Müzesi'ne giriyorum, ücret 7 TL. 5. kat'a asansör ile çıkıp, yürüyerek inmek mantıklı olanmış, görevli bayan öyle yönlendirdi. Bu sırada resepsiyondan broşür topluyorum:
 1- Pera Müzesi Üyelik Kartı:  Pek anlamadım bana ne gibi  faydaları olacak. daha detaylı incelemek lazım
2- Pera Müzesi'ni Kat Kat Keşfet - Tasarım fena değil ama sadece 1. ve 2. Kat bilgisi var.
3- Pera Film - Ağustos ve Ekim film programı -Anime filmler, uffff.. Banu'ya söylemem  lazım hemen.
4- Japon Medya Sanatları Festivali  - Tanıtım broşürü, her katta aynı bilgiler var yine de hatıra olarak alınmal belki.
5- Kütahya Çini ve Seramik - Özel koleksiyon /sergi tanıtımı

5., 4. ve 3. kat tamamen Japon Medya Sanatları için ayrılmış. 
5. kat Yaratıcı Akıl  (Monozukuri) bölümü ile karşılıyor beni.  Görsel, işitsel ve dokunmak üzerine farklı eserler var.. Dikkatimi çeken şey teknolojiden çok sesler. Hemen hemen her eserin kendine has bir sesi ya da benim mudehalemle oluşturduğu bir müziği var.
Ha ha hayt, kim demiş ben müzik yapamam diye. Gayet eğlenceli hem de, yanaklarından sıkıyorum, klavyede parmaklarımı gezindiriyorum ve de kendi parçamı yapıyorum.


Işıkla, dokunmayla, kokuyla alakalı interaktif eserler karşımda.


İşin doğrusu bu katta bana hitap eden çok bir şey yok ama gündelik yaşama dair bir çok nesne eğlenceli bir şekilde karşımda. Farklı bakış açısı arayana, teknoloji ile eğlenceyi bütün olarak görenler için iyi bir egzersiz alanı.
Şu son günlerde iyice haşır neşir olduğum Japonlar'a ısınma turundayım sanki.

4.kata iniyorum, hafiften üşümeye başladım. Yahu, neden bu kadar serin ki heryer? Dışarısı sıcaktan kavrulurken buzdolabının içindekileri keşfetmek bazen eğlenceli olmuyor yani.
Asıl hazineler bu katta: Mangaaaa!
Anlatıcı Akıl (Monogotari) ve Animasyon.
Aman Allah'ım, story board'dan ilk renklendirmeye, eskiz defterinden, kitap serilerine. Nereye bakacağımı, nereyi çekeceğimi şaşırıyorum..
Sinemada izlerken hadi be diyip de ağzım açık kalan animasyon filmin yapım aşaması ile karşı karşıyayım. Tamamen duruma ve emeğe saygı halindeyim, yapıyor adamlar ya.


Sergi sunumu da gayet başarılı, örnekler ve anlatımlar zevkli, yani hala sıkılmam için bir sebep yok sadece sürekli karşıma çıkan turuncu kafalı çocuklara takılıyor gözüm.


Bir de oyun kısmı var tabi, video games, beni çok ilgilendirmediği için oynayanlara, wii'lere bakıyorum ve diğer sergi gezenlerle oyun kısmını baş başa bırakıyorum.

Bu arada 5. ve 4. katta konuyla ilgili her türlü yardımı yapacak ve açıklamada bulunacak görevliler var. Benim gibi şaşkın tavuklar için muhteşem bir hizmet. Hatta 5. katta sürekli peşimden gelip, şunu şöyle yapacaksınız diyen hatuna minnet duymama rağmen, kendimi aptal hissediyorum. Zira Yaratıcı Akıl'dan çok uzaktayım sanki, anlayamıyorum, sadece şaşkınlıkla bakıyorum. 

Bir kat daha bitti ve 3. kata doğru inerim artık. Burada Japon resim sanatının en önemli ismi ile karşılaşıyorum.
Ikuo Hirayama. Serginin adı Türkiye Doğu ile Batı Arasında Bir Kültür Kavşağı. Bol ödüllü ve önemli bir ressam kendileri. En büyük ilgi duyduğu konu ise İpek Yolu. Bu nedenle yolu sık sık İstanbul'a düşmüş ve de resmetmiş.

Ayy ayy, hemen notları yazmam lazım, zira unutacağım sonrasında, bakıyorum tek bir tabure var onda da güvenlik görevlisi oturuyor, izin istiyorum yere oturabilir miyim diye, elime alıyorum defteri başlıyorum karalamaya (şu anda bile okumak zor ama unutmamak lazım). Gelen giden bana bakıyor, aaa ne var canım belki ödev yapıyorum!

Resimlerine baktığımda zamanı çok rahat hissediyorum. Japonya'nın büyülü havası,  iklimi ya da hangi mevsimde olduğunu hissettirmiş ama bana zamanında TRT2'deki manzara resmi yapan kıvırcık amcayı hatırlatıyor yer yer, adı neydi? Sonuçta tabii ki görülmeye değer, hafif bulanık oluşu, renkleri iyi kullanışı, eskiz defterleri vs. Acaba başkaları neler düşünüyor hakkında. (aaaa, hiç foto yok!)

Yukarıdaki animasyon kısmını  ve bu katı gezerken tekrar çizme isteği doğuyor içimde. Ama nasıl yapacağım, yıllar oldu elime kağıt, kalem almayalı, nasıl başlamak lazım ki?

2. Katta beni bekleyen sergi: Düşler'in Kenti İstanbul. Tam donacağım derken, içimi ısıtan bir resim tüm ihtişamı ile karşımda duruyor. Osman Hamdi Bey ve Kaplumbağa Terbiyecisi. Kitaplardan, ordan burdan bakmayla olmuyormuş, gayet kanlı canlı karşımda. Saygı, kucak dolusu saygımı kendisine sunuyorum. Dile kolay 5 Trilyon liraya satılmış.
 Hikayeyi net bilmiyorum ama ressamın hem otoğportresi hem de otobiyografisi olarak düşünmek gerek sanırım. bir de mekan Çinili Köşk olsa keşke, çoook sevdim ben orayı
Arkeoloji Müzesi'ndeki Osman Hamdi Bey ile alakalı bilgilerden sonra kendisine daha da büyük hayranlık duyuyorum. Yavaştan bu gezmelerin hayrını da görmeye başladım sanki yaw.

Bu katta, Osmanlı ve oryantalist yaşamı keşfeden ve resmetmeye çalışan onlarca yabancı ressamın eseri var. Resim veya teknik olarak iyi kötü demek bana düşmez ama çok yabancı geldi bana. Daha doğrusu yurt dışından gelip de Osmanlı yaşamını resmetmeye çalışan ressamların işleri yabancı geldi. Renkler farklı, anatomi farklı, hayal edilen harem alemleri farklı, ama ne zaman ki bir Türk/Osmanlı ressama geliyorum herşey daha net, misal Osman Hamdi.

Bu sergiler sırasında sulubayı kendime daha yakın buluyorum, yağlı boyadansa sulubaya daha gerçek geliyor bana. Hata kaldırmayan ve daha içten yapılan sanki. Garip insan ne kadar çok değişiyor zamanla, hiç sevmezdim suluboyayı, belki de ben yapamadığım için, kim bilir?  Hah a haha duyan da yağlıboyanın kralıyım sanacak beni. İlahi Dilek.
Suluboyada dikkatimi çeken isim ise Amadeo Preziosi.

Bu kat da bitti 1. kata iniyorum ve de iki ayrı sergi var biri Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri, diğeri de Kütahya Çini ve Seramikleri.  Artık gerçekten üşümeye başladım, en kısa sürede çıkmam lazım buradan ama bitirmeden olmaz diyerek hızlıca gezmeye başlıyorum.
Ağırlık ve Ölçilerde ilginç parçalar var  ama bana göre değil.

Giriş katına gelince, müzenin kafesine bakıyorum kahve ve atıştırmalık birşeyler belki.. Hmmm, yok kendimi oaraya ait hissetmiyorum, çok ağır bir havası var, mason dernek lobisi gibi. Ben en iyisi Culinary Institute'a gideyim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder