14 Eylül 2010 Salı

55T ile Taksim'den Balat'a. Sonunda 5 mum- 5 dilek

31 Ağustos 2010, Salı

Bugün amacım Rahmi Koç Müzesi ve Miniatürk'ü gezmek idi ama müze müze dolaşmaktan sıkıldım. Bu sırada Özkan'dan süper fikirler geldi ve dedi ki 55T'ye bin, Kadir Has Üniversitesi'nden sonraki ikinci durakta in, karşıya geç ve gezmeye başla...

Çıktım Taksim'e, McDonalds'ın karşısındaki durakta 55Tyi bekliyorum. Heh ehehe,  artık benim de fotoğraf makinem var (Defne sağolsun, büyük sponsor), herşeyi çekeceğim.

10 dakika kadar bekledikten sonra otobüs geliyor. İtiraf ediyorum, bu hatta bir otobüse ilk kez bineceğim ki ben normalde otobüsü çokça kullanan birisiyim (Taksim/ Kabataş - Rumeli Hisarüstü) ama karşılaşabileceklerimden korkuyorum. Her durakta otobüs biraz daha fazla doluyor ve ben istemeyerek ağzımdan nefes almaya başladım ki bu değiştirdiğim üçüncü koltuk, belki de bu yüzden can havliyle bir durak önce iniyorum.

Onlarca kez arabayla geçtiğim yollarda yayayım, hafif uçukluyorum zira sahil kısmına ters istikamette kaldırım namına hiçbişey yok. Artık bir araba çarpması sonucu ölürsem, gezilerim uğruna şehit oldu derler mezar taşımda, "P.S. aptaldı da merhume"

İlk hedefim Kızıl Mektep nam-ı diğer Fener Rum Erkek Lisesi. Sordum birisine tabii ki, "ilerle sonra da kime sorarsan gösterir" dedi. Kadınlar ve erkekler arasındaki en belirgin farkmıymış neymiş bu, kadın kaybolursa hemen sorar, erkek kaybolursa ölse de sormaz. Niye acaba?

Başlıyorum yürümeye yolun kenarından kenarından. Sağımda hızla geçen arabalar solumda tarihin içine gömülü tamirciler, kereseteciler, ohh mis gibi ağaç kokuyor.
Örme taş duvarlar arasından fışkıran bitkiler, üzümler, aralara sıkışmış grafitiler, sidik kokuları ve sürekli üstünü değiştiren park halinde ki şoförler. Takındım yabancı turist kimliğimi duymuyorum söylenenleri, basıyorum deklanşöre, click click, foto...
Ohaaa, gerçekten bu salkım üzüm de ne, ne var bu duvarın arkasında? Bahçeyi merak ettim. Süper!

Yolun solundaki büfeye sordum yine Kızıl Mektep'i, zira uzaktan görüyorum da nasıl gideceğim hiçbir fikrim yok. Dedi adam, "dön sağa sonra ikinci sola, göreceksin".
Tam hamlemi yaparken ayaklarım beni sola çevirdi ve bir anda kendimi kurtarılmış bölgede buldum. Özel, korunaklı ve ferah bir alan. Evler düzenli, restore edilmiş ve ediliyor bazıları. Korumalar da kol geziyor, anaam burda da bir şoför gömlek değiştiriyor, kaderim buymuş bugün, göbeklerle çarpışmak, hıh!

Ehh yani, sonunda fark ettim ki Fener Rum Patrikhanesi'nin sokağındayım. Ulu ağaçlar gölgesine saklanmış,  kale duvalar arkasında Patrikhane var. O salkım salkım üzümlerin geldiği yer de belli oldu, tam yolun karşısındaki büüüyüük bahçeden.

Patrikhane'nin hemen yanında sanki oraya hiç de ait olmayan çok güzel bir bina var, merakla gidiyorum yanına, Özel Maraşlı Rum İlköğretim Okulu. Gözlerime inanamıyorum da burada kaç kişinin okuduğunu merak ediyorum aynı zamanda.

Bakıyorum ki uzaktan bir turist kafilesi Patrikhane'den içeri giriyor, ben de aralarından süzüldüm ama belli ki onlardan değilim, güvenliğe sordum gezebilir miyim "tabii" dedi, "buyrun".
Eh buyurduk bakalım da ne yapacağım, nereye gideceğim hiç bir fikrim yok. Sürekli duvar, çicek böcek resmi çekiyorum, içerde dua eden bir adamın yanına geçesim var da kapıyı bulamıyorum. Ahh ahh, bugün beceriksizim ben yine, amaaan, kendimden sıkılıyorum bazen çok. 

Bahçede iki kedi var, biri miskinlikten ölüyor, ben umrunda değilim, diğeri de beni görünce kaçıyor. İster istemez soruyorum, "eyy dünya güzelleri, siz hangi dine mensupsunuz? Benim kedilerden farkınız ne?"

Yavaş yavaş çıkıyorum oradan, hedefe doğru ilerlemeliyim: Kızıl Mektep. Nedense sevdim ben bu lafı Kızıl Mektep.

Arnavut kaldırımı yokuşu çıkıyorum, güneş de tam karşımda acımasızca terletiyor, ama durmam göreceğim. Belim hafif bükük çıkıyorum, yaşlı nineler gibi, bu nasıl bir şey 32 yaşında bu şekide yürümek de ne? Acilen yüzmeye başlamam lazım, ama önce ayağımdaki yaradan kurtulmalıyım.

Yokuşu çıkarken taşların arasından pırtlayan otlara bakıyorum, ne güzel de yollarını bulmuşlar, yine aklım gidiyor uzaklara, bu hayatta her şey yerli yerini buluyor, kim ne derse desin.

İşte koca Kızıl Mektep tam karşımda. Tabii ki kapı duvar, içeri giremiyorum ama bu ne yahu, acayip güzel bir bina. İstanbul'u kucaklamış, bir de gururla selamlıyor. İçerde neler oluyor, dışındaki yaşam ne kadar farklı önemli değil. Kendisi kendi olmuş, yıllara meydan okumuş, maşallah. İçerde gezinmek istiyorum ama giremiyorum yoksa girebiliyor muyum, üffff daraldım, ben gidiyorum...


Onlarca insan yazdı çizdi, fotoğrafını çekti bu sokakların, bunu yapmayacağım dedim ama çekmeden duramıyorum, her köşede yeni bir şeyle karşı karşıyayım. Bu insanlar burada yaşıyorsa, ben neredeyim. Aynı şehir mi diyoruz buraya, benim yaşadığım yerler güzelse, buraya ne demeli? Onlar mı gerçek, ben mi? Benim yaşadığım cam çatladıkça çatlıyor, sonum ne olacak acaba?

İndim yine sahil yoluna, ilerliyorum ikinci noktaya. Arada çok güzel yerler var, harabeler içindeki hayatlar.

Az buçuk yürüyünce Stephan (Bulgar) Kilisesi ile karşılaşıyorum.

Hikayesi çok güzel. Zamanında şehirde yaşayan Bulgar'lar Yunanca yapılan ibadetlere katılamadıklarından yönetimden izin istemişler kendi kiliselerini yapmak için. Önce izin vermeyen Osmanlı'lar onay verince Patrikhane de onay vermiş sonunda. Eh sonuçta, ibadet aynı Tanrı'ya.
İş kilisenin inşaasına kalmış ama zemin yumuşak olduğundan demir ve çelik kullanmak gerekmiş. Viyana'da tasarlanmış, gemilere yüklenmiş, Tuna Nehri üzerinden Karadeniz'e oradan da Haliç'e gelmiş.
Bugün denize günbegün daha çok kayması onun varlığını tehlikeye sokuyor ama umarım doğru bir restorasyon ve destekle eski ihtişamını ve sağlamlığını kazanacak.

Stephan (Bulgar) Kilisesi pek öyle büyük değil, nevi şahsına munhasır, içi beni yakar dışı sizi. Etrafında dolaşınca harbiden demir diyorum, sanki yalan söylecekler. Pas tutmuş, yer yer açılmış, çatlamış. Üzüldüm ama belli ki başlamışlar hastayı iyileştirmeye, tonozlar var etrafta. Acaba bu restorasyon çalışması cemaatten mi yoksa devlet de yardım edecek mi?


İçeri girince, hemen sağda mumlar var, tanesi 1 TL. Bende bozuk yok diye beş tane aldım da beş dileğim yok ki. Zaten dilek dilemek benim için tam bir karın ağrısı. Doğumgününde dilek tut, eee, iyi de ne ? Kahve falında hemen dilek tut, tamam da ne? Neyi çok fazla isteyebilirim ki, o anda herşey benim için kitleniyor.. Hah tamam "sağlık" hah ahahahha... Hiç yaratıcı değilim kabul, yaaa ayrıca 5 TL verdiğim mumlar karşılığında ne kadar çok büyük bir şey dileme hakkım var acaba?

Elimde beş mum ve kameram dolanıyoruz, hemen telefonların sesini kıstım, gerçi gerek yok, tek ben varım ama olsun. Tek ben varım diyorum da sanki etrafımda benimle yürüyen görünmezler var ama korkmuyorum, belli ki zararsız refakatçiler.

Çok hoş detaylar içerde, vitraylar, tablolar, sandalyeler, karolar.

Beş mumu da yaktım, bu sefer üç tane kendime iki tane de annem ve ağabeyime. İnanıyorum bu sefer olacak, tek başımayım herhalde duyuyordur, zat-ı muhterem.

Bir süre sandalye de oturup, burada düzenlenen sermonileri, edilen duları veya noel kutlamalarını hayal etmeye çalışıyorum. Tam karşımdaki karanlık noktada olup bitenleri. Ölümü ve doğumu, yaşama sevincini ve inanmak için bu kadar çaba göstermemizi. Herşey görünürde benden çok uzak ama içimde bir yerlerde biliyorum ki aslında beni ben yapan öz bu, insan olmak ve inanmak.


Dışarı çıkınca bir süre ufak bahçesinin bankında oturup notlarıma dalıyorum. Önümde ulaşmam gereken bir nokta daha var ama benim buradan hiç çıkasım yok. Huzurluyum burada, kendi çetrefilli, bol dikenli, yılan dilli yaşamımdan kaçmış da sığınmış gibiyim. Bahçedeki mozaik çeşme, arkamdaki kurukafalı lahitler, kilisenin bekçisi ve ben..


Ayy ayy, ayaklarım ne kadar da kirlenmiş, bu ne yaa, ayıp ayıp. Ufff, iyyyk..

Tamam artık dışarıya çıkma vakti, Pierre Loti'ye doğru gideceğim, bakalım, çok uzun zaman oldu gitmeyeli, her şey hatırladığım gibi mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder